29 Nisan 2015 Çarşamba

Melek Karşılama

 Bu karşılaşmanın öteki yüzü olan Melek, ilk göz ağrısını almıştı kapıdan içeri. Sarılmaya bile fırsat bulamamıştı. Bunca zamandır beklenen adam orada, kanepenin ucunda, bir yabancı gibi oturuyordu işte. Hepsi bu kadar. Ezberindeki bekleyişlerin ardından böylesine yabancı bir kavuşmanın şaşkınlığı içinde kıvranan kadın, kanepenin diğer ucuna oturdu. Gözlerini Mümtaz’ının gözlerinin içine diktiğini sanarak bildik bir ışık arama işine koyuldu. Mümtaz’ının kara gözlerinin karası bilinmeyen diyarların perdeleri arkasına gizlenmiş. Melek şaşkın, korkuyor. Kim bu adam? Mümtaz olmadığı kesin.
     Bir insanı nasıl tanırsınız? Sadece gözlerinden mi? Yoksa yüzü, saçı, boyu, eli ayağı o kişinin tanınmasında yeterli midir? Melek allak bullak olmuş bir biçimde kendini mutfağa atıyor. Arkasından hiç bitmeyecekmiş gibi gelen hıçkırıklara boğuluyor. Melek mutfakta boğuluyor, Mümtaz çoktan boğulmuş ve boğulduğu yerden Hikmet çıkıp gelmiş. Melek sakinleşiyor, Mümtaz’ının sevdiği gibi bir kahve pişiriyor. Hikmet salonda, sevmeye başlıyor bu son sığınağının kokusunu, gözlerini sağa sola devirip etrafa bakmaya başlıyor. Melek kahveleri getiriyor. Mümtaz’ına uzatıyor kahveyi, Hikmet alıyor kendisine uzatılan kahveyi. Meleğin gözlerinin içinde binlerce soru işareti bakıyor Mümtaz’ına, Hikmet bir yudum alıyor kahveden, acı geliyor bırakıyor sehpanın üzerine. Sehpanın üzerinde Mümtaz’ın eski gözlüğü, ona bakıyor. Hikmet gözlüğün yabancısı. Melek Hikmet’in. Kadın usulca doğruluyor yerinden, adamın saçlarına dokunuyor eskiden olduğu gibi. Adamın içinden ıpılık pınarlar akmaya başlıyor kadına doğru. Bildik, tanıdık eskilerden kalma sıcacık bir buğu sarmalıyor Hikmet’i. Kadının saçlarını kokluyor adam. Evet diyor içinden doğru yerdeyim. Evimdeyim. Kadın atılıyor adamın boynuna. Evet diyor içinden bu Mümtaz. Beklediğim. Adam kadının ellerini yakalayıp kokluyor avuçlarının içini, dünya kokuyor, adam sanki yeniden nefes almaya başlıyor. Yüzünün rengi kararmaya başlıyor. Gözlerine ufak boncuklar yerleşmiş gibi, boğazı acıyor. Acı içlerine kadar iniyor. Kadının gözlerinin içine bakıyor. Düşüyor derin kuyulara sanki, düştükçe düşüyor, dur durak yok. Adam kadının gözlerinin içinde hıçkırıklara boğuluyor yeniden. Kadının tüm göz yaşlarının kaynağında bir yüz görüyor. Kendi yüzünü. Melek diye fısıldıyor usulca. Meğer beni çağıran Melekmiş. Adam usulca kendine gelmeye çalışıyor. Adım adım adam neydi ki nereden kendine gelmeye çalışıyordu. İnsan oğlunun ezberlerinin bozulduğu o nadir yol ayrımlarının ortasındaydı bir adamla bir kadın. Adam sakince yaşadığı aykırı öykünün aykırı ruhunun etkisinden sıyrılmaya çalışarak biricik nazlısını incitmekten çekinerek yaşadıklarını anlatmaya çalışacaktır. Mümtaz'ın karakterinin bir sonraki safhası hikmet olma safhasının kalbine anlatılmasına geçecekti. Melek , işte o kadın nadir şahsiyetin sevgilisi olmaya layık olamaya hak kazanmış olan kadın sessizce bekleyecekti, varlığının anlamı olan adamın inanılmaz hikayesinin ince ayrıntılarına tüm sabrıyla dinleyecekti ve anlayacaktı.
 Güzel. Güzel diyecekti adam. Sensin benim güzelim . ben Mümtaz veya hikmet senle güzelleşecek olan adam, senle beraber ancak bir insan ve bir elma. Sen varsan ben- her neysem eğer- varmışım meğerse.

Hikmet Dönüşü: Mümtaz- 2

  Dönencelerden birinden geriye dönen adamın adı Hikmet olmuştu. Mümtaz’ı gittiği yerde bırakıp gelmişti. Melek kapıyı açıp da karşısında kocasını gördüğünde bu değişimin farkında değildi henüz. Bir ömrü tek bir isimle sürdürecek adamlardan değildi o. Şimdi kendi adını kendi koyacaktı. Mümtaz gençliğinin kendince haşarı oğlanı, uçuşan yaprakların peşinde dolanan bir gönlün delikanlısıydı. Onun zamanı bir tür temizlikle sonlanmıştı. Bir son bahar temizliği gibi, nereden koptuğu belli olmayan bir çığlıkla dökülen sağanak altında kalan adamdı Mümtaz. Geriye dönense erdeminden sual olunmaz Hikmet olacaktı. Hikmet suskun, derinlerde gözleri, dışarıya kapanmış tüm pencereleri, için için yanan bir yangın, yangının ortasında ateşler içinde yanan bir adam. Kendi içine gömülmüş bir derin mağaralar gezgini. Melek’in açtığı kapıdan içeriye giren adam, kadının Mümtaz’ı, aslında Hikmet oturdu kanepenin ucuna. Bir yabancı gibi, son sığınağın unutulmuş yada hiç bilinmeyen kokusunun kendisini sarmasını bekleyecekti. Derinlerindeki yangının pişirdiği bu adam tüm renklerini ağır ağır açacaktı

28 Nisan 2015 Salı

Hikmet dönüşü: Mümtaz-1


  Hikmet'in işi gördüklerine anlamlar yüklemekti madem,adamımız işine devam etsin.Melek ise onun gözlerinin yüklediği tüm anlamlara baştan teslim olmuş olan kişi görevinde yaşamını sürdürmeye devam etsindi.Hangi birinizi rahatsız edebilir ki böylesine uysal karakterlerin varlığı.Hangi birinizin hayatı bu uysal karakterlerin serüvenlerinden farklı.Öncelikle teslim olduğumuz tüm şartlar ve yasaların güvencesi altında devam etmiyor muyuz yolumuza. Yolun başında daha önce teslimiyeti kabul edip sonra atmadık mı adımlarımızı. Kurgunun içindeki tüm insanoğlunun hikayelerinden bir ad olsun hikmet ile meleğin hikayesi. Bildiğim tüm doğruların adı hikmet diyordu,kadın.Gözümü açtım ve Hikmeti gördüm.öylece duruyordu karşımda,dimdik bakışları doğruca kalbime  dikilmiş.Kimse bakmamıştı öncesinde böyle kalbime.Hem o da,neydi ki;bir kalp içimde saklı,o ne kadar saklıysa o kadar iyi ve kimse hatta kendim bile onun çırpınışlarından habersiz, o öylesine kendince atıyor işte.içimde çarpan dilsiz güvercin meğerse benim dirim kaynağımmış.O zavallı küçük ürkek çırpınışlarıyla benim asıl adımmış.Hikmeti gördüğümde asıl kendi ürkek güvercinimi buldum.Yani kendimi ve o içimde saklanmış olan diri yanımla tanıştım.Bir çarpıntı ki o anda,anlatılmaz.Yer,gök tüm evren sarsılıyor sanki.Yüreğime değen ilk göz Hikmetin,beni varlığımla tanıştıran ilk bakıştı o.Varlığımı ,farklılığımı ve insan yanımı bana bildiren ilk işaret.O güne kadarki tüm sıfatlarımın dışında bir soluk.Ne bir evlat ne bir kız,bir işçi bir arkadaş yada bir sevgili sadece bir soluk ve bir çırpınış,işte ben buymuşum meğerse,Bir soluk ve çırpınışlar.Hikmet çekmiş beni içine ve ben onun içinde bulmuşum tüm anlamlarımı.Bir masal kahramanı gibi,varlar ülkesinde yok olan sadece bir insan gibi.Hikmetin bakışlarıyla çoğalmışım meğer,büyümüşüm.O bakmış ben gülmüşüm ve tüm evren gülmüş ve ben buymuşum.Bir çift hikmetli gözün içindeki nurmuşum.Nazlı dilber,nazından yanına yaklaşılmaz dilber ve Hikmetin gözlerindeki ağuyla yıkanmış dilber,yani sadece bir insan ve çırpınış.Onun kalbime değen ilk bakışının şokunun ardından sendeleyen bedenimi yakalayan o adamın kulağına sesim hangi cümlelerle değdi bilemiyorum.Evde bekleyen bir ana ve habersiz bir mesai sonrası ,yetişmem gereken bir menzil ve bir bekleyen annem.Bakışlarım adımlarımla birlikte kalbimdeki ılık esintiyi arkada bırakmış ve ilerlemekte,adımların sesiz sokakta yankılanmakta ve ardımda merak ettiğim bir bakış ve onun sesi,gidelim diyor ve hiç tereddütsüz kendimi seçiyorum.Birlikte gidiyoruz.Nereye bilmiyorum,sadece gidiyoruz işte o kadar.Ben ve yanımda bir can.Canıma adımdan başka anlamlar yükleyen can.Yarım elmamım diğer yarısı.Kalbime değen ilk bakışın sahibi Hikmet yarimsin,yarımsın ve bu günüm hem de yarınımsım.
  Küçük bir kız çocuğunun yoksul varlığını doyuracak olanın adı illaki bir sevda lügatinden seçilmiş olandır.Bir kız çocuğu ki yoklukların ve tüm baskıların kucağında büyümüş.Beşiğinde kulağına söylenen ninnilerde bile soğuk gecelerin korkulu sessizliğinde beslenen korkular.Uyu Melek kızım uyu.Uyu da büyü.Baban uyanmasın.uyanmasın da kızlığını ve bebek ezanı sana çok görmesin.Uyu bebek kızım,nazlım ,meleğim uyu madem doğdun,uyu da büyü.Melek Hikmetin gözlerin de büyüyormuş meğer.Onun gözlerinin içinde ki dipsiz kuyuda gaipmiş, meğer.Bir zorun kucağında doğmuş ancak onu var eden tek anlam iki dipsiz kuyu yani aşığının gözleriymiş,yani bir masalın dilsiz kişisi ve bir buğu,yani  varla yok arasındaki herhangi bir adamın gözlerindeki bir peri.Hayalleri o perinin gerçekliğinden ibaret.Sen diyor Hikmet dünyamdın,var oluşumun yegane sebebi.öyleyse hikmet sen beni var edendin.Sen olmasaydın eğer ben sadece bir ceset ve illaki ezberden birkaç yaşanmışlık,hepsi bu kadar.Senin yokluklarından doğduğum gün ,gözlerinin bana ilk değdiği an ,bir soluk son bahar iklimi,ilki hiç olmamış olan,günüme ilk seher doğmuş meğerse şimdi anlıyorum bunu.Sen,doğmuşmuşsun günüme .O zamanın şimdisinde bir bahar başlamış ve ben bunu ancak senin kaçışının ilk sabahında anlamaktayım.Başı sonu olmayan bir hikayenin sahipsiz kahramanlarından biri benmişim diğeri sen.İnsanmışız be Hikmetim, hem masal hem gerçekmişiz ve sen mananın içindeki sırmışsın .Hem orada hem burada,hem hafızamın en vefalı bekçisi hem de tanış olmadığım kişi.Sen benim içimdeki en diri yanımmışsın meğerse.Ben dillendikçe çoğalan kişi.Hikmet bir uzun soluk başı sonu olmayan ben onun içinde ışıyan bir ince sızı. Gecelerimin içindeki günmüş meğerse Hikmet. Mümtaz şahsiyetin geri dönüşüyle değişen adı Hikmet. Bir ömre tek bir ad yeter mi? Bazılarına yetmiyormuş. Hikmet öyle söylüyor.




26 Nisan 2015 Pazar

Kurgular Sınırsız

1-Erdemli karakterimiz Hikmet ve masumiyeti simgeleyen eşinin maceralarının sonsuz türevlerinden bir kaçı:
Anlam sınırlarında gezinen insanoğlunun uğrak yeri olan duraklardan biride aşk idi,madem ,öyleyse her bir kimse sebeplenebilirdi bu durağın nimetlerinden.Madem adem ile havva'nın dünya üzerine inişlerinin esaslarından ilki yani yasak elma,yani aşk idi ,tüm yaşananlara sebep,anlam peşinde koşulan tüm serüvenlerin başlangıç yada baş kaldırış noktasıydı aşk,o halde her bir kişioğlu önce yüreğine bakmalı.İçindeki en cılız sızıların kaynağına . Sular akıp gider iken tüm engelleri aşarak,kendisine bakmak gereği duyduğunda bir kişioğlu önce kendi kanayan yarasına bakmalı.En kuytusunda ağır ağır ve durmaksızın kanayan yanına, Tüm hikayelerin kaynağı olan sızı yada her masalın çıkmazlarının kavuştuğu en son gelinecek olan buluşma noktası,yine aynı sızı.Olmazları oldurmayı düşledikleri gecelerin sabahlarındaki,umarsız umutlarının tek sahibi gecenin ağuladığı düş aleminin gelişini bir sonraya erteleyip,illaki  yaşanacaklara,tıpkı engel tanımaz suların akışı gibi,önünde durulamayacak olanlara bend olmaya gerek yoktur zaten,gibilerinden bir ezber örneği ve sonrasında ,yaşanacak olanlar yaşanır ve geçip gider yada çekip gider ,hikayesinin tanıdık mısraları ve alkışlar.Kurallara uymanın verdiği haklılık ve özgürlük hissi.Ne kadar çok öğretilmişi uygularsan o kadar çok isyan etmeye hak kazanırsın,vardır işte hakkın .İster hepsini kullan ,ister yarısını sakla  ne fark eder ki.Aktığın sürece dilediğin kadar,hani gerçek olmayan dünyanda,hayalinde ,aslında kendinde yaşamaya hak kazanırsın.Kurulmuşun dünyası böylesine bir hikayeyi ancak kurgu olarak algılamaya ve yaşamaya alışmış ise ,hangi lügatin kelimeleriyle konuşacağını bilmen gerekir.Zaman şimdide ve kelimeler bir kaos lügatinın içinden fırlamakta. 

23 Nisan 2015 Perşembe

Kaçış Denemeleri- geri dönen aynı olur mu ?


   Olmuş olanların sorumlusu değildi o.Ayrıca kimdi onu  da bilmiyordu.Ortada bir ceset vardı ve onu gömmüştü sadece,o kadar.Yapılacak olanı yapmıştı.sorgusu,suali olmazdı bu durumun.Ceset gömülürdü ve o da gömdü.Bir kaçışın ardından,adresi olmayan bir kaçışın ardından geldiği,daha doğrusu sürüklendiği, adı düş olan bir bahçede sadece bir ceset karşılamıştı onu.O görevini,yani gömme işini,yerine getirip çekip gitti. Gerisin geriye kaçtığı gerçekler dünyasına döndü.Hikaye nerde başlar ve nerde sona erer.Mademki bir kaçış hikayesidir bu kaçak nereden nereye gider.Kaçısın adresi var mıdır?Olur mu?eğer olursa bu sahiden bir kaçış mıdır?Kim bilir?Elbette ben bilirim.Yani ben,hani adı Hikmet olan ben.Bir vücut,suret kaç varoluşa sahiptir acaba?Bunu da bilse bilse adı Hikmet olan bilir,herhalde.Gözlerinin içine değen tüm suretlere yeniden ve hep kendince yeniden soluk veren Hikmet.Özündeki tüm hikmetleri gözündeki nurla, içindeki sonsuz anlam deniziyle kucaklayan Hikmet,herkes de bir parçasını bıraka bıraka sonunda yok olup giden HİKMET.Uzun vadilerin iki yanındaki tepelerin bir yükselip bir alçalması gibiydi onun zamanı.Yani ya gündeydi ya dünde.Tüm zamanların hakimi olduğunu düşündüğü zamanlarda az değildi hani.Geniş zamanlarının içinde serseri ıslıklar ve adam bilmez kendini sadece vardır işte,o kadar.Fazlası ayıptır sorulmaz zaten Hikmete,sorulamaz çünkü duymaz, kulaklarında bir sağır ıslık sesi gider artık yolların en tenha kuytusuna.Zaman onundur ve hikmet zamandır sakin soluklarında bilinmez seslerde küçük bir bülbül ve ağıtların en eskilerinden biri yüreğinin en çok kanayan yerinde.Tabi ki şanlı bir GÜL.Gözlerinin ışığı şavkısın diye usul şarkılar söylüyor bülbül gülüne.İçinde terk ediş olmayan bir aşk var mıdır ki hiç.Gittiği yerlerden dönüp gelmesini bildiydi Hikmet.  meleğinin,nazlı dilberinin onu aramaktan yorulmuş gözlerini gördüğünde asıl bahçesinin ve tek sığınağının küçük yuvasındaki yarinin yüreği olduğunu anladıydı.Bilerek gitmemişti ama gerçekleşen eylem buydu işte,sonuçta gitmişti.Ürkek heyecanlarıyla sevdiği onu beklemek zorunda kalmıştı. onun yaptığı eylemde buydu işte,hırpalayıcı bir bekleme süreci. Birbirlerini ilacı olduklarını anlamışlardı artık.Hikmetin beyninin onlara oynadığı bu acımasız oyun sonrasında tüm yüzleriyle,içleriyle,dışlarıyla tüm zıtlıkları ve aynılıklarıyla yüzlerine birbirlerine dönecek ve bir olacaklardı.Aynı bir elmanın iki yarısı hikayelerindeki gibi.Kavuşamayan sevda hikayelerinin aksine bir bütünlük.İki aşıkın aşkı ayrılıklardan doğmuş,tutuşmuş ve yanmışsa eğer onlarınki de bir nebze kaçış oluversindi,ne çıkar.Madem hastalık bu yada kuralsız bir oyun beraberce,hesapsızca,sorgusuz sualsiz yek vücut olup öyle giderlerdi o zaman hani uzun ve ince olan yolu.
     


21 Nisan 2015 Salı

Kaçış Denemeleri, Düş Bahçesi


  Onun yazılarından arta kalanlar bir gün birileri tarafından toparlanıp bir bahçe kuruldu.Düş Bahçesi.Yersiz insanların yurtsuz gezginlerin ekmek kırıntıları gibi akıllarının dilsiz yanlarını ekip çekip gittikleri bir bahçe.Kanunu töresi olmayan bir kimsesizler vahası.Hemen hemen herkesin bir şekilde yolunun düştüğü bu bahçenin ziyaretçilerinden birisi çaldığı son kapı olan bu bahçede kalakaldı.Gidemedi,gidecek bir yer kalmadığından işte.Öylesine sessizce,ertelediği tüm suskunluklarıyla birlikte çöküp kaldığı bu miskinler tekkesinde.Harfler öylece havada asılı kalmış,onu bekliyordu.O harflerden kendine yepyeni bir dünya inşa edecek olan,onlarda cümle alemlerin anlamını devşirip üstüne kurulacak olan kişi,evet o,evet ben diyordu hepsini silmeliyim
Hepsini silmeliyim ve tüm dünya dinlenmeli.Bütün acılar sonlanmalı.Unutulmuşun gizli mağaralarında kalmalı acı diye her ne varsa o.O mağaranın  kapılarının önüne dağlar gerilmeli,suların en karanlık diplerinde kalmalı ve sonra tüm dillerdeki acı üzerine kurulmuş cümlelerin tüm harfleri silinmeli hafızaların en karanlık noktalarından bile.Dünya susmalı artık,hafızalar boşaltılmalı.Savaş,kan,nefret ve tüm işte kötüler yok olmalı.Nasıl diye düşünmeden öylesine
yok olup gitmeli işte,içinden geçenler böylesine şeylerdi bu boşluğun içindeki tüm anlamları reddeden adamın.Kimse kaçmasındı artık bilinmez yollara ,kimse birilerini, gerisinde bırakmasındı ve birde oldu olacak her kim ne yaşamak istiyorsa onu yaşasın .Geçmişinde bir yerlerinde hani aklında takıntı olarak kalabilecek olan hiç bir şey kalmasındı.Her bir şeyler yaşanıp tüketilsindi.Sular akıp gitsin ve tüm hayatlar temizlensin.Bir masumiyet hikayesi yazmaya kalkan adam öylece harflerin karşısında bakıp kaldı.Ömrü boyunca düş bahçesinde hiç sağa sola kıpırdamadan ömrünün sonu geldi.Yüzündeki ufak bir gülümsemeyle soluksuz bir beden olup çıktı.Onu bulacak olan ardından gelen kocaman bir anlamsızlığın ortasında bir ceset bulacaktı.Ve işte buymuş yıllardır aradığım hayatın anlamı diyecekti,sadece ama sadece bir ceset yani bir bitmişlik ve tükenmişlik.En azından o,cesedi gömecek olan ve hemen ardından tüm yalanların en civcivli şehrine doğru yola koyulan ,kaldığı yerden hiç şikayet etmeden razı olmayı yeğleyen kişi olacaktı.

20 Nisan 2015 Pazartesi

Kayıp Zaman Notları - Masal

Gökle yer arasında adını unutan tüm karmaşık sıfatlardan azad olmuş olan adam hafızasına miras olarak yerleşmiş ezberleri bozduğu zamanlarda yürüdüğü yol bembeyaz sayfalara dönüşür ve onun her adımı bir mürekkep lekesiyle o sayfalara akardı.Kimse bilmezdi ne yaptığını kaybolduğu zamanlarda. Aslında gizli mahzeninde kayıp zamanlarının notlarını tutardı.Böylece hem ezberlerini bozar hem de içinin zehrini akıtırdı kağıtlara.Derinlerindeki dilsiz dünyasında yaşamanın bildiği tek yolu buydu.Yazdığı her satır onun için yaşama tutunabileceği bir dal demekti.Dünya üzerindeki küçük sayılabilecek bir kentin yoksul çocuklarından biriydi.Küçük yaşlarda çamurlu köy yollarından bata çıka umutların büyütüldüğü bir kente göç etmişti,ailesi.Arka sokakların sessiz kaldırımlarından kentin ışıltılı dünyasını seyrederek büyütmüştü kendini.Annesinin masallarındaki neşeli insanlar göçlerinin öncesindeki kişilerdi. Sanki bu kent onların hayatlarına umutlar vermişti sadece,başka hiç bir şey değil.Onun seyreylediği ışıltılı kent alemi zamanla kabuslarına dönüşmüştü. O büyümüştü,okullara gitmişti bir ümitle.Bir ümit ancak fazlasıyla aşağılanma ile;Çocuktu,gençti kimsenin bilmediği bir yerlerde pıt pıt atan bir yüreği vardı ve onu kabul etmeyen kocaman bir dünya.Onunsa tüm dünyayı içine sığdırabileceği küçücük bir yüreği.Sevdikçe ondan kaçanlar ve gittikçe uzayan yollar...Ağırlaşan kanının akışı ve sonsuz teslimiyet,tüm olmuşlara ve olacaklara karşı.Dinlediği tüm masallardaki,hikayelerdeki kaybeden kişiydi o,romanlardaki ana karakterin karşısında silinmeye yüz tutmuş kötü ve en silik özellikti,sinemaların kaybetmeye yazgılı son rol oyuncusuydu.Teslim olmuştu kadere ve hayat onu kendiliğinden büyütmüştü.Evde onu bekleyen adı karı olan biri vardı ve o,bir hastanenin kokmuş koridorlarını kirli sularla  paspaslayarak ona ve kendine bakıyordu.Şehrin ışıltıları arasından çıkıp gelen hasta insanları koridorların parlayan kısımlarına basarak ve hızla onun yanından geçip gidiyorlardı.İşte o böylesine yoktu.Öylesine vardı ki beyaz kağıtlara akıttığı mürekkep lekeleriyle birlikte.Aynı annesinin masallarındaki şen kahkahaların yükseldiği semaların altındaki Konukevi gibi.Bir konup bir göçen,hep giden,hiç geri dönmeyen kişilerin,bir varmış- bir yokmuş izleklerinde;o yokken içinde kendi vardı-ve varken sadece bir hayal.

19 Nisan 2015 Pazar

KAÇIŞ DENEMELERİ


  İnsanın yalnızlığının karşısına oturtabileceği var olanlar neydi.Hani o,sessiz zamanların,için için yanan marazlı ateşlerinin söndürülüp;yerine sakin sularda yüzen mırıltılı ufak gemilerin geçebileceği ufuktaki bir parlayıp bir sönen ışığın bir adı varmıydı....O sadece canının çektiği gibi çekip giden güne kızıyordu.Bir günden bir güne sormuşmuydu kendini yaşamakta olan kişilerden her hangi birine.Bu günü sen nasıl geçirmek istiyorsan öyle geçir diye.Gözlerinin görmek istediklerini,kulaklarının duymak istediklerini satır satır kağıda döküyordu.Başka hiç kimse için değil bir tek kendi için.Tüm haklarını gasp etmiş olanlara inat....O hafızasının kurak tarlalarında gezinmekteydi günün son saatlerinde. Dünya kadar eski bir oyundu bu sanki.Duvarlarında tüm tozlarıyla birlikte sallanan ot demetleriyle birlikte çürümüş ve hafiflemiş tüm kokuların etkisiyle kendini kaybediyordu. işte böylesine bir kaçışa ihtiyacı vardı.Kendi bedeninin zamanını yaşamaya ve sonra tüm hayvanlar gibi olmaya yani düşünme yeteneği olmaksızın yaşaması gereken şey her ne ise onu öylesine yaşayıp geçivermeye.O'nun en saf en insani özelliklerine şahit olanların dediği gibi,o,sadece BARBAR,olmaktan yanaydı.
        Tüm ihtişam manzaralı uygarlık öğretilerinin dışında bir hayat sürme çabasının içindeydi.Kendi varlığıyla evrenin varlığının karşılaşacağı ve kendisinin evrenin içinde eriyip gideceği bir yol arayışındaydı.Hayat denilen,hani bir başlangıç ve sonrasındaki devamlılık,tahmin edilemez bir noktada tahmin edilemez  bir değişikliğe uğramıştı ki ;bu durumda ne yapılabilir hiç kimse bilmiyordu.O sadece var olanın sessizliğinde öylesine bir gerçeklikle karşılaşmıştı ki,hani ne dese,nasıl anlatsa kimse ;hangi kimse,kişioğlu kendini ifade edebilmek için bir ötekine mi muhtaçtır?Ancak şimdi O,tamda kendindeyken,kendini yeni bulmuşken birde kendini ifade etmeyi mi düşünecekti?Yani ötekini yada ötekileri...Böylesine bildik,tanıdık bir yolculuk değildi bu.Tüm ezberlerin dışında bir yerlerde,ifade edilemeyecek olan,bir anlamda varlıkların kaynaştıkları,karıştıkları ve sonra tekrar en saf,katışıksız hallerine döndükleri noktalardan birindeydi.Eski çağların şamanları gibi O da gecenin sessizliğinde duvardan davulunu almış ve en gürültülü ritimlerin eşliğinde değişim nöbetlerine hazırlıyordu kendini.Sanki o güne kadar duyum eşiğini aşıp hafızasına ulaşan tüm sesleri böylesi bir gürültüyle silecek ve yeniden,hem de sadece doğanın içindeki asıl yerinde doğacaktı.Önce diğer tüm sesleri susturmalıydı.Ezberler silinmeliydi.Sonra Ufukların ötesindeki dünyaya bırakmalıydı kendini.Tüm canlılarla birlikte toprak ananın kucağında soluk almalıydı.Böylesi bir soluğu vermeyi bile düşünmüyordu,O.

17 Nisan 2015 Cuma

7- Melek Kaçak'ın Ardından

   
   Mümtaz’ın kriz anından sonra Melek uzunca bir süre bakakalmıştı. Bir adım dahi olsa atamayacaktı ileriye doğru. Mümtaz’ın peşinden gidip ona yetişemeyeceğini çok iyi biliyordu.Mümtaz peşinde hiç bir iz bırakmadan çıldırmıştı.Bu çıldırış halinin hiç bir ayak sesi duyulmamıştı.Melek asıl bu yüzden kalakalmıştı, Mümtaz’ın kendini ittiği yerde.
Eli ayağı tutmaz olmuş, üzerine ölü toprakları serpilmişti sanki. Bir kaç yaşlı kadın yanına geldilerdi de koluna girip yakında ki banka oturtmuşlardı onu. Eline yüzüne su vurmuşlardı. Bir sigara yerleştirmişlerdi dudağının kenarına. Sigaranın dumanı burnuna dolunca öksürmeye başladıydı. Gece yarısına kadar öylece oturup karanlık sulardaki ışıltılara baktıydı. Kadınlar korkmuş bırakıp gidememişlerdi. Polisi aramayı düşündüler  ama ne diyeceklerdi? Kocası kaçıp kayboldu, kadın karanlık sulara bakıyor yetişin! Deseler ,olmazdı ki. Hani kadın atlamış olsa o zaman arayabilirlerdi ancak. Ama o zaman, kadın karanlık sularda, az önce kollarına girdikleri kadın, ölecek, Allah korusun! Bunun hesabını veremezlerdi hiç bir dünyada. Çaresiz Melek’in başında beklediler. Onun çaresizliği ümitsiz bir hal almaya başlayınca,kadınlara teşekkürler etti, omuzları düşmüş, saçları savrula savrula döndü evine. Sahilin ışıltılı konaklarının iki sokak arkasından kıvrıla kıvrıla giden yokuşun başındaki apartmanın çatısındaydı evi. Sahilin ışıltılı uzantısı içinde bıraktığı Mümtaz’ını, kocasını, ilk gözağrısını daha çocukken ezberlediği gibi, bekleyecekti. Bu güne kadar gördüğü tüm çaresiz bekleyenler gibi bekleyecekti, onu. Balkonun kenarına yaslanarak, gözlerini yoldan ayırmayacaktı. Mümtaz’ın hangi köşeden çıkıp geleceği belli olmadığından tek bir yöne dikemeyecekti bakışlarını. Birileri geçecekti gözlerinin önünden. O mu? Acaba diye heyecanlanacaktı. Sonra olmayan köşelerden Mümtaz’ın salınan bedeninin gelişi takılacak gözlerine. O gözlerinin kararan şavkı ışısın diye daha bir dikkat kesilecekti. Mümtaz, beklediği, ilk göz ağrısı yerine adım adım onun anıları gelip kurulacaktı baş köşeye. Gözlerinden yaşlar çağlayacaktı. Binlerce soru ardı arkasına gelip yerleşecekti dağarcığına. Ne yapacağını bilmeden aptal aptal bakacaktı önce. Eğer bir soru varsa ortada en azından bir cevabı da olmalıydı. Eğer binlerce soru varsa ortalıkta binlercesinin de en az bir cevabı olmalıydı.Melek çılgınca bir işe girişecekti bundan sonra. Binlerce soruya bir cevap bulma işine. Mümtaz’ın çıldırış anının yegane mirası olarak bu iş kalacaktı ona. Cevabını bulduğu her sorudan sonra başka bir sorunun cevaplanması işine girişecekti. Sorular, sorgu, sorgulamalar ve yargılar yön verecekti bundan sonra hayatlarına. Her soru karşısında bir savcı kesilecekti öncelikle. Sonra sorunun tüm öncüllerinin savunmasını yapan avukat olacaktı. Ve davayı sonuçlandıran yargıç. Yargı: ‘Tüm bu olanların tek nedeni, sebeplerin bilerek veya bilmeyerek oluşturulması veya oluşmuş olmasıdır.’ Yani Mümtaz masumdur. Zaten o, en saf, az bulunan, nadir şahsiyettir. Sorun onda değil onun dışındakilerdedir. Adı gibi mümtaz şahsiyetiyle gözlerine hapsettiği her şeydedir. Sonuç olarak her şey ki bu şeylerin içine kişilerde dahildir, Mümtaz olmaya layık değildir. Ama Mümtaz bakar, onun gözlerine takılan her şey, kişilerde dahil Mümtaz olur çıkar. O nasıl seçebilirdi ki sadece bakılmaya layık olanlara bakmayı. Bu insanın elinde olan bir şey midir? Göreceklerini seçmek yani, öyleyse bu çıldırış olağandı. Melek sadece o sevgilinin geleceği ufka dikili gözleriyle beklemeliydi. Mümtaz gelmeli ve onun içindeki kirleri teker teker temizlemeliydiler birlikte. Mümtaz’ın gözlerinin içine girip mümtaz olmaya çalışan her mikrobu ait olduğu yere göndermeliydiler ki Mümtaz- mümtaz bir şahsiyet olarak kalabilsindi.

      

16 Nisan 2015 Perşembe

6-Mümtaz



                                                           
    Mümtaz bir anda kolundan sıkı sıkıya tutmuş olan nazlı dilberi, Meleğini ittirip koşmaya başlıyor. Böyle bir durumda onu tutabilmek, yakalayabilmek ne mümkün. Melek olduğu yere çakılıp kalıyor. Avuçlarının arasından uçup giden o şeye, ümitsizce bakıyor. Balonlarına bakar gibi, kafesinin kapısı açık unutulmuş muhabbet kuşunun ardından bakar gibi, bakıyor Mümtaz’a. O, sanki yılların esaret zincirinden kurtulmanın bir anlık sersemliğiyle yerinden fırladı. Sahildeki o, bildik akşam yürüyüşünün beklenmedik sonu. Belki de Mümtaz’ın beynindeki elektrik dalgalarının kısa devresi sebebiyle o,çılgınca koşmakta. Adımları her havaya kalkışında ve sonra sert taşlara her çarpışında tabanlarının onu götürdüğü yer özgür ruhunun sınırsız limanları olmalıydı. Onu görenler sağa sola kaçışıp yol veriyorlardı. Özgür bir ruhun önünde hiç bir güç duramaz. Ezip geçer ve tüm hücreleriyle beraber yaptığı, ne zaman biteceği belli olmayan koşusuna devam ederdi. Boş içecek kutusunun rüzgarla birlikte ağır ağır tıngırdaması gibi sona erdi, Mümtaz’ın koşusu. Hızlanan soluğuyla birlikte sanki içindeki tüm kinlerini, nefretlerini üfürüyordu. Yoklukları, ulaşılmaz hedefleri, anlamsız özlemleri göğsünün bir kabarıp bir sönen salınışlarıyla dışarı atılıyordu.Yenilenmek diye bir şey varsa eğer insanoğlu için, nefes nefese anlamsız bir boşluk, boş bir bilinç ve sadece ritm, bir inip bir kalkan göğüs kafesi...şşşşt...Çimenlerin üzerine serilmiş Mümtaz. Gözleri kara perdedeki en sönük yıldıza dikilmiş. Vücudundaki hiç bir kas hareket etmiyor. Beyni sadece gözlerine yüklenmiş. Zehirlerini akıtıyor damla damla. Gözlerinin içine çektiği her bir var olanın zehrini  usul usul akıtıyor toprağa. Güneş yeniden, hep olduğu gibi adı olmayan bilinmezliklerden ışıklarıyla ve dayanılmaz ışıltılarıyla beraber yükseliyor. Göz kapaklarının üzerindeki kuvvetli ışığın baskısına daha fazla dayanamayan Mümtaz derin uykularından uyanıyor.
  

5- Mümtaz-1

 Akışkan bir günün ardından incecik bir sızı. İnce ince kanayan. Sadece varlığından haberdar edecek kadar acıtan bir yara. Sağanak bir gün yağmurunun tamamlanamamış yanı. Ağıtların ortasında tiz bir bebek çığlığı. Başlangıç umutsa bitiş nedir? Bir daha yaşanamayacak olanın hüznü ve tüm yarım kalmışların bitip tükenmez bir listesi. Yüzyılların orta yerinde adam durup kalmış. Bir geçmişe bakıyor bir geleceğe. Zamansız kalmış bir geniş zaman isyankârı. Kılıçsız, kınsız, korunmasız zavallı bir asi. Kim bilebilir böylesi bir Araf’taki hali? İyi-kötü, iyi-daha iyi, en iyi-mükemmel kararsızlığının cehenneminde kavrulan kişiydi O. .Adsız kahramanların suskun savaşlarında en üstün başarıların ardından serin bir yel önünden buram buram dağılan şenlik kokularında hayatın tek düze ritmi eşliğinde adım adım yükselen bir ses. Binlerce yüzün ölümünden önceki son haykırışlarının donuk kareleri. Öldürmek üzere ağızlardan çıkan son naranın atmosferde asılı kalan tınısı tam şimdi zaferin gevşettiği bedenlerin en hızlı çarpan yerinde anlaşılamayan ama zalimce acıtan sızı. Gün be gün tüm bedenlerini kaplayıp sonlarına neden olacak belki de. Bitip gidenlerin arkalarında bıraktıkları izler üzerinden söküp atamadığı dikenler gibi yapışıp kalmıştı. Gelecek diye kurguladığı yere geldiğinde bu izleri kendisinden ayrı acı veren sebepler olarak algılamayacaktı artık. Ben diye sıraladığı sıfatların arasında vazgeçilmezleri olacaktı. Bedeller ödenmiş ve acılar sindirilmişti. Umut ettiği sefaların sürülmesine gelmişti sıra. Gözlerin gördüğü en bereketli yemişlerin yetişeceği tarlalarda yetişecek olan sefa ağızlara tadılmamış olanın mührünü vuracaktı.
        Ağır ağır akmaya devam eden gün tüm içinde yaşayanlarla beraber bir batıp bir doğarak ağırlığını ve aksak yürüyüşünü giderek hızlandırıyordu. Günün içindekiler için ise bu durum geçmiş günlerin keyiflerine dair tatlı bir hüzün ve her daim yaşanacak olan değişim rüzgarına karşı endişeli bir ayak uydurma çabası halinden ibaretti. Gün, yaşanıyor olan yani tam bir arada kalmışlık zamanı izlerini taşıyordu. Alışıldık yaşamların öykülerindeki en önemli ortaklık yanını bu iz oluşturuyordu. Kaçak,Barbar, Mümtaz, Melek, sen –bir şekilde bu satırlarda dolaşan gözün sahibi- ve ben –harflerle anlam inşa etme çabasındaki kalem- ve ötekiler, geçmişteki ve gelecekteki herkes, arada kalmış zamanların insanları için ip üstündeki cambaz salınımlarıyla devam eden günle birlikte bir ölüp bir diriliyorlardı. Batıya dönen yüzleri kendi kuyularının derin sessiz serinliğinde ölüm gibi bilinmez anlamlar yüküyle bitirmişken günü, doğudan gelen şafağın güçlü ışıltılarıyla başlayan her yeni gün onları gerçekliğin tüm sıfatlarıyla kucaklıyordu. 
   Çığlık çığlığa haykırışlarıyla sonsuz sessizliğin içinden tüm yaşam sıvısıyla birlikte dahil olduğu toplumdan Mümtaz’ın kopuşu aynı ‘günün’, ağır ağır hızlanışı gibi olmuştu. Annesinin karnındayken içinde bulunduğu su dolu dünya onun çevreyle olan ilişkisindeki ilk ılık, sıcak teması olacaktı. Bu ilk olan hafızasının en derin yerindeki özlem adıyla ona eşlik edecekti. Neye ve niçin özlem duyduğunu bilmeden boğazındaki düğümden ince ince sızılar akacaktı yüreğine doğru. Hep arayacağı ama asla ne aradığını bile bilemeyeceği bir arayış. Koskocaman, tek bir zerresi bile doldurulmamış boşluk. Gün hiç durmadan hızlanıyor, boşluk giderek büyüyor. Mümtaz ıpılık buğulu bir tanıdığın özleminde ağır ağır insanlığından çıkıyor. İnsan illaki toplumun içinde bir anlam kazanıyor. Madem; Mümtaz toplumdan da insanlığından da çıkıp gidiyor. Buğuları tanelenmemiş bir sıcaklık arayışında, gerçekliğin insanı ve her şeyi çıplak bırakan ışıklarını kendi adına söndürüp varoluşunun en masum yerine doğru yol alıyor.
1-  Küçük, küçücük bir kız, caddenin ortasında bağdaş kurup oturmuş.Şşşşşşşşt........O, bebeğini emziriyormuş.Arabalar hızla kızın iki yanından geçiyor.Kız  ayklarını uzatıyor. Sarı saçlı mavi gözlü bebeğini ayaklarına yatırıyor. Ayaklarını sadece ayaklarını bir sağa bir sola sallıyor.Bebeğin gözlerinden biri tam kapanıyor biri yarı açık.Uzun kirpiklerinin arasından cam mavisi parıldıyor. Şşşşşşşşt.......Bebek uyuyormuş. Arabalar hala küçük kızın iki yanından akıyor.Bebek uyuyor. Gidiş-dönüş istikametleri arasında, hani bulvarlarda çiçek dikilen yerlere yada kesintisiz beyaz çizgilerin üstüne küçük, küçücük kız çocuklarını dizmişler.Hepsi birlikte sarı saçlı mavi gözlü bebeklerini emziriyorlarmış.Şşşşşşt... Arabalar
ağır geçmeye başladılar. Sanki bir düdük çalıyor ve küçük, küçücük kız çocuklarının hepsi birden bebeklerini ayaklarına yatırıp sallıyorlar. Sadece ayaklarını sallıyorlar.Bebekler uyuyormuş. Şşşşşşşt.......Bebekler uyuyormuş......Arabalar durdu.
2- Bebekler hep birlikte uyuyunca duran arabalardan küçük, küçücük adamlar indiler. Hep birlikte arabalarının önlerine oturdular. Beraberce sustular. Küçücük kızlar ve adamlar hep birlikte susup usul usul ağladılar. Çıtları bile çıkmadan gözyaşlarını sakin sakin akıttılar. Gün bitmiş ve bebekler uyumuştu. Tüm kızlar ve adamlar bundan ağlıyormuş.Şşşşşşt.....Susmak ve sessizce ağlamak onların tüm kirlerinden kurtulmalarının tek yoluymuş meğerse. İçlerindeki tüm kirli suları gözyaşlarıyla akıtıp temizliyorlarmış. Şşşşşt.....
                                              Gözlerden yağmur yağıyor caddelere.......

14 Nisan 2015 Salı

4- Mümtaz



   Kayıp bir yüzyılın adımlarını takip etmek ne menem bir iştir. Kelimelerin anlamı ağır ağır bilinmeyen diyarlara doğru yol almış. Ağzımızda belirsiz, sis arkasındaki görüntüleriyle kalmış kelimeler. Anlamsızlığa sürülmüş insanlık. Sadece hayvani güdülerini doyurmasından başka ne beklenebilir ki ondan. Arz’ın sözleri tekerleme olarak dolaşıyor dillerde. Hakikat uyuşmuş beyinlerdeki bir nağmeden öte bir şey değil. Hepsi adına karar verenler ellerindeki iplerle kuklalarını istedikleri gibi oynatıyorlar. Acıyı hissedecek hiç bir can kalmamış.Ölüm gündelik oyunlarında ki bir mağlubiyet kadar acıtıyor ancak içlerini. İnce bir sızı ötesi yok. Hakikat şarkısının nakaratından bir,iki kelam ve yok olmuşsun.
  Anlamın merkezi ardı sıra dizilmiş olaylar silsilesinin ortasına kurulmuş. Şipşak çekilmiş fotoğraf karelerinin tasvirinden ibaret hayatlar kavramları da yalnızca bu karelerdeki resimlerin aracılığıyla belleğine yerleştirmiş. Resimlere verilen isimler son nesil insanının sözlüğünü oluşturmuş. Böylesine bir yap-boz oyununun bir ürünü olan insanlardan hangi yüce davaların sorgucu olmasını isteyebilirsiniz ki. Olsa olsa doğmuş, yürümüş, ergenleşmiş, yaşlanmış ve ölmüş bir kişi olabilirler. Mutluluk, keder, hüzün, sevinç, kıvanç kelimelerdeki seslerin vurgusu izinde bir fotoğraf karesi yaşanmışlıktan öte bir şey değil. 
 Yiğit bir delikanlı ya da fidan boylu bir oğlan adı Mümtaz olsun. Dürüst, civanmert aynı zamanda sürmeli gözlerinde aktı akacak iki damla yaşın buğusuyla dolaşsın bu yolu. Ne zengin olsun ne fakir; zıt kutupların çatışmasına şahit etmeyelim Mümtaz efendiyi. Orta halli bir ailenin ortanca çocuğu diyelim, nadir bulunan kıymetli bir mücevhere benzeyen şahsiyetimize. İllaki adı gibi olsun Mümtaz. Kendine özgü tavırları, bakışları, duruşları ve tüm halleriyle mümtaz bir kişilik olduğunu gittiği her yerde belli etsin. Alımını çalımını insanların gözlerine sokmadan salına salına mahalle kahvesine girdimi hafifçe kafalar ona doğru döner ve Mümtaz delikanlı çağında dahi efendice kasketinin ucunu kaldırır ve adına yaraşır selamını verip cam kenarındaki yerine yerleşirdi. Yüzyıllardır Anadolu insanının buluşma yerleri mahalle kahveleridir. Tam da bu nokta kahvelerin toplumun sosyal yaşamında ki yeri uzun uzadıya örneklendirilebilir. Bugüne kadar benzerlerini gördüklerinizden birini kesip yapıştırıverin bir zahmet. Bizim ortanca karakterimiz Mümtaz içinse kahve güzelleri seyir eyleyeceği bir ekran demekti. Uğultu denizinin içinde iki siyah göz, içine çekiyor baktığı her şeyi. Onun gözlerine baktığınızda görebileceklerinizin bir sınırı yok. Apartman direklerinin arasına sıkışmış ağaçlar, ağaçların dallarındaki küçük kuş yaşamları, fonda gökyüzünün günlük değişimleri, sıkışık otobüslerdeki bağımsız bakışlarla çarpışmalar, savrulan toka takılmamış saçlar, koşuşturan adımlar, hiç durmayan bir hareket akıntısı ve nihayet onun yüreğinde yara olan o nazlı dilberi salına salına bir kanatsız kuş ürkekliğinde gözlerinin önünden geçer giderdi. Lakin Mümtaz’ın gözlerinde o nazlı dilberin ürkek silueti kalırdı. Bu andan sonra Mümtaz gözlerine çekilmiş o perdeyle bakmaya devam ederdi. Mümtaz baktıkça gözlerindeki perdenin buğusu damla damla baktığı her bir şeyin üzerine dökülürdü. Tüm bu şeylerdeki buğunun zerrelerini toplama imkânı olsa ortaya nazlı dilberin ürkek silueti çıkabilirdi. Ama o olmazı oldurmaya çalışacak bir insan değildi zaten. Mümtaz sahip olduğu tüm var olanlarını en ufak detayına kadar kendi bünyesinde eritir ve sonunda onun olanların toplamı Mümtaz olur çıkardı. Onun olmayanları ise gözlerinin içine hapsederdi. Bu yüzden hiç bir özentisi yoktu. Neyi niçin büyük bir hırsla istesin ve elde edebilmek için olmadık işlerin içine girsin idi. O taşıyabileceği kadar var olanı yüklenmişti zaten. Her şey mümtaz olabilirdi ve Mümtaz’da her şeyden bir parça vardı.  
    Bir ömre kaç acı-tatlı olay sığar bilinebilir mi? Ortalama bir seksen yıl nasıl geçer? Politik ve siyasal değişimlerin dışında bir seksen yılda insan ne yaşar? Peki, Mümtaz ne yaşayabilir? Siz neler yaşadınız? Heyecanlarınız, kalbinizin pır pır çırpınışları, suskunluklarınız, acılarınız, mutluluklarınız, her çeşidinden ufak tefek yahut büyük, duygularınızın dalgalanışı hepsine birden kısaca ‘hayat’ denilebilir mi? Bir doğum, doğum günü, tüm ilkler, kazanılan sınavlar, düğünler, bayramlar, şenlikler mutluluk adına bir ömürde yaşanabileceklerin hepsini bir çeyrek asırda yaşamıştı Mümtaz. Bunların yanı sıra acılara dair deneyimleri de olmuştu. Babasının ani ölümü, onun ardından annesinin uzun süren hastalığı, kardeşlerinden birinin evden kaçışı, bir trafik kazası, hastanelerin soğuk odaları ve koridorlarda dinmek bilmeyen inlemeler arasında geçmeyen zaman. Mümtaz’ın ömrünün çeyrek asrını dolduran bu olaylar ve etkileri silsilesinin yanı sıra askıda duran zamanlarda o,kendini dinlerdi. Hayatının fotoğraf kareleri dışındaki zamanları durgun bir denizdeki küçük kayık misali sakin ve sonsuz gözükürdü ona her şey. Koca bir okyanusta küçük bir kayıktı, Mümtaz. Sular durulur, o mırıl mırıl şarkılar söyler, ağzının kenarında bir kibrit çöpü, adımları telaşsız çarşıyı turlardı. Sular bazen ağır ağır bazen de aniden kabarır, kopan fırtınada hangi yöne savrulacağı belirsiz, sırf bu durumun geçiciliğini bildiğinden kendini esen rüzgâra teslim eder ve rüzgâr nereye eserse oraya savrulurdu. Rüzgar bir hafifler bir şiddetlenir ama eninde sonunda fırtına ya aniden yâda ağır ağır geçip giderdi. Tekrar durgun sular ve askıdaki zaman haliyle buluşurdu Mümtaz. Mevsimler aynı ritimle geçip giderken ömründen Mümtaz seyr-i âlemini sürdürür. Bir gün, o gün ki onun hayatının ritmini değiştiren gün, o nazlı dilberin ürkek adımlarını göremediği gün, mehtabın akşamı yaraladığı zamanda evine doğru yol alırken karşısında nazlı dilberi omuzlarını içine çekmiş telaşlı ve ürkek sağa sola bakmadan yanından hızla geçeceği sırada gözlerinin birbirine değmesi ve bir ateş iki kişinin yüreğinde tutuşan, sözsüz, sessiz bir selam adımlar kilitlenmiş hemen ardından kız tökezlemiş, Mümtaz yakalamış kolundan nazlı dilberi, ilk buluşma, ateşin çakıldığı ilk an olmuş ve bu saatten sonra hiç bir şey eskisi gibi değilmiş artık. Hem Mümtaz için hem de onun nazlı dilberi için.
          Kız titrek sesiyle teşekkür ettikten hemen sonra yoluna devam eder ve Mümtaz arkasından bakakalır. Kaldırımlarda kızın ayak sesleri Mümtaz’ın sinesindeki yarayı dağlar. Mümtaz kendisine söz geçiremez olur. Kızın ardından koşarak ona yetişir. Kolundan yakalar kızı ve ‘gidelim’ der. ‘Yüreğime bir kor düştü gözlerinden. Yangın başlıyor. Beni böyle bir başıma bırakma yangınlar içinde. İllaki yanacaksak bu saatten sonra nazlım! Dilberim! Beraber yanalım. Sen böyle salına salına karanlığa bilinmezliğe doğru tek başına gitme dilberim. Bir yerlere gidilecekse beraber gidelim nazlım.’
       Mümtaz’ın kara gözlerinin karasının içine çoktan çekilmiş olan nazlı dilberin ‘gidelim’ demekten başka şansı yoktu. Bu saatten sonra kara gözlü Mümtaz ile kara saçlı, akça pakça Melek beraberce bahtlarının şarkısını yazacaklar ve yaşayacaklardı. Sorgusuz, sualsiz ve birbirlerinin adlarını bile bilmeden sadece gözlerindeki ışıkların çakmasıyla tutuşan ateşle yollarını aydınlatacaklarını biliyorlardı.
        İnsan yaşayabilmek için evvela zayıf, cılız bir ışık dahi olsa umut sahibi olmalıdır. Ufak bir ışık geleceğe dair, karanlık ve bilinmez olana doğru yürüyüşü kolaylaştıran en önemli sebep oluverir.   

3- Kim Kaçak, kim Barbar

   Anlam sınırları dâhilindeki yolculuğundaydı kaçak. Gerçekliğin en yalın halinde, farklı karakterlerin izindeydi. Kimliksiz kişilerin sorgusunda. Düşleri deri ceketinin cebinde kapının arkasındaki askılıkta beklemekteydi.
      Kaçak kimdi? Ne iş yapardı? Kaçağın kaçak olmadığı zamanlardaki adı neydi? Cinsiyeti neydi? Güzel miydi çirkin miydi? Hangi yemeği severdi? Çayını kaç şekerli içerdi? Sorumluluklarının sınırı neydi? Kaç kişiyi taşıyordu sırtında? Bunların hepsinin bilinmesi gerekli midir değil midir?
    Bir kurgunun içinde devam ediyorsa hayat veya roman, tabiliğini, özgünlüğünü kaybetmiş demektir. Sabahları aynı saatte uyanan, çalar saatleri aynı anda çalan tüm insanlar,her ne iş yapıyorlarsa yapsınlar birer kaçak adayıdırlar.
     Devasa makinenin çarkları olabildiğince mükemmel bir şekilde işlemektedir.
     Henüz bir kaçak yok!
     Tüm saatler altı ile sekiz arasına kurulu.
   Tüm altıda uyananlar: A---Tüm yedide uyananlar: Ç---Tüm sekizde uyanalar: K
6,7,8: A-Ç-K      8,7,6: K-Ç-A       8,6,7: K-A-Ç    
   İnsanın insan olma özelliklerinin tümünü yok eden makine tüm kaçak ihtimalleri düşünülerek üretilmiş olmalı. Lakin makinenin işlemesini sağlayan çarkları, vidaları illaki bir yanıyla sakar olan insandır. Her bir insanın farklı zaafları kaçış yollarının hiç kapatılamayan yarıklarıdır. Her kim ki içinde bir vesvese, bir tasa ya da bir sevgi bir vicdan kırıntısı taşıyor ise o kişi bir kaçaktır. Kişioğlunun en hasıydı Barbar. Yaşanılan asrın maskesiz tek insanı. Şehrin en debdebeli, cıvıltılı ışıkları altında sadece insan. Kaldırımlarda ki köpekler, kediler ne ise Barbar da oydu. Çırılçıplak, devasa kurgu makinesinin içinde yaşamak zorundaydı Barbar. Dedelerinden öğrendiği en iyi savunma sanatı susmaktı. İçinde bulunduğun koşullara yabancıysan, zamana yabancıysan, dost ve düşman kimdir bilmiyorsan yapılabilecek en iyi eylem buydu. Susmak demek onlar tarafından fark edilmeden yaşamını sürdürebilmek demekti Barbar için. Onun suskunluğu pasif bir eylem olmanın dışında, aslında medeni insanlar arasında saklanabilmek için gösterdiği bir çabaydı. Ormanlarından ve kendi zamanından kovulmuştu o.Tek başına çağlar ötesine sürülmüş bir mülteci. Burnunda taze çayırların kokusu, gözlerinin buğusunda vahşi sürülerin izleri bir hastane koridorunda taşları paspaslıyordu. Sabah sekizden akşam altıya kadar. Evine gidiyordu sonra, adı karı olan bir kadın yemek veriyordu ona. İçinde renkli görüntülerin olduğu bir kutu hiç durmadan masallar anlatıyordu.Başka bir ses yoktu betondan yapılmış mezarlara benzeyen evinde. En sert rüzgarların ardındaki ayaz gecelerden bile soğuktu bu ev. Milyonlarca sarı ve beyaz ışıkların içinde yandığı bu mezar-evler tüm sefaleti ve ihtişamıyla medenilerin biricik yuvalarıydı. Uğruna tüm ilkelliklerini terk ettikleri savunmasız sözde saraylarıydı. İnsaniyet geleneklerini yer altındaki kara sandıklarında saklıyorlardı. Çıldırmış insanların arasında Barbar suskunluğu ve özlemleriyle şaklabanların şamatalarını izlemekteydi. Mide bulandırıcı pis kokuları, kirli sularla temizlemeye çalışarak bir yaşam (yemek-barınak) şansı bulabilmişti. Geriye ise sadece bu anlamsız yığının seyri kalıyordu.
      Anlamsız sadece izlenebilir, başka ne yapılabilir ki.

2- Değişim- ilk salınım- ergen


  Günler ardı sıra ilerledikçe şiddetlenen dönüşüm rüzgârına teslim olmuştu. Çocukluk oyunlarından, ergenlik kırılganlıklarıyla kabuk değiştirirken bu derece zorlanmadığını düşünüyordu. Önünde uzanan karanlık belirsizlikte kıvranıyordu, o zamanlar. Oyunların yerini ne alacaktı acaba? Bir düş denizinin ortasına düşmüş çırpınıyordu. Kıpırdandıkça boğuluyordu. O da olduğu yerde uzanıp vücudunu dinliyordu. İçinde biriken enerji kendini dışarı vurmak için illaki bir yol buluyordu. Elinde olsa bu değişimi durdurmak için neler yapmazdı? Hiçbir şey yapamazdı, elinde olsa da hiçbir şey yapamazdı. Kimse doğanın gelişimine dur diyemez. O, ancak kendini saklamayı becerebiliyordu. Bunu çok iyi yaptığını düşünüyordu, o zamanlar.Yorganı onun vücudunda ki alışamadığı, nefret ettiği değişimleri saklaması için en büyük yardımcısıydı. Bol kıyafetleri de işe yarıyor gibiydi ama rahatsızlığını gideremiyordu. Belki de bu yüzden oldukça sinirliydi. Her daim kavga etmeye hazır olduğu dönemlerdi bu zamanlar. Öfkesini kontrol altına almaya çalıştıkça o taşıyordu. Her taşkından sonra koşarak kendisini yatağına atar, gürültüyle ağlayarak sakinleşir, sonrasında üzerine yorganın çeker ve tatlı hülyalarına dalardı. O hülyaların izinde şekillenen kişiliği şimdilerde çok daha zorlu bir dönüşüm fırtınasının ortasındaydı. Küçük sevimli bir köpeğin- hani tüm cesaretiyle sağa sola hoplayıp, zıplayan sen gibi- hiç fark ettirmeden bir canavara dönüşmesi, -dinmek bilmeyen öfkelerinin benzeri- Canavarın bir sonrasında deryanın ortasında ki vakur bir balık olması- geleceğinin ufkunda ağır adımlarla ilerlemen gibi- balığın balık olma sürecini tamamlamasından sonra şahine dönüşmesi- ulaştığın hedefinde kalman ve yükselmen için diğer insanların kanlarını içme mecburiyetinin benzeri- şahinin serçeye, serçenin de eninde sonunda ulu ama soysuz bir varlığa dönüşmesi gibi bir serüveni yaşıyordu.


      Sarmalın içindeki halkalar ağır ağır tamamlanıyor, hayat çizgisindeki illaki yaşanacak olanlar yaşanıyordu. Her dem zirvede olan asiliği olacakları engellemede maalesef yeterli olmuyordu. Her derenin akacak olduğu yatak bellidir. Derenin yolunu kesebilirsin ama o yine yatağını bulur ve akar. Yönünü değiştirebilirsin o yine de kendi gönlünce akacağı yatağı bulur ve akar. Doğanın gücü önünde durabilmek ne güçtür, bilirsisiniz? Çekirdekteki öz neyse, ne kadar uğraşırsan uğraş, ağaçtaki meyve o olacaktır. ve benzer cümlelerin cümlesi...

Kaçışın menzilinden ufak kareler....


1-Salıncak
       Düşün bittiği yerde başlayan kaçış durmaksızın devam ediyor. Salıncağın altındaki yağmur gölünde can çekişen uçan karınca; karıncalar yüzmeyi bilir mi? Bilse bile onunki bir can çekişmesiydi. İnsan bunu onun her çırpınışında oluşan halkalardan anlıyor. Ölmek halindesin ama kurtuluş arıyorsun. Hangi amaçla olduğunun önemi yok. Değil mi ki hala canlısın, yürümek istiyorsun, alışkanlıkların var senin, onlara devam etmek istiyorsun ama olmuyor, çünkü ölüm halindesin. Can çekişmedesin. Orada, yağmur gölünün karşısında bir kaçak, durmuş seni seyrediyor. Bir çöp atsa salıncağın altındaki yağmur gölüne, yapışacaksın ona. Kaçak sadece seyrediyor, kendini senin yerine koyuyor ve o da karıncayla birlikte çırpınmaya başlıyor. Halkalar büyüyor, karınca yoruluyor, can çekişmeyi bırakıyor artık. Canıyla çekişmek yerine onu kendi haline bırakıyor. Çıkacaksa çıksın artık der gibi ve ölüm hali sonlanıyor. Salıncağın altındaki yağmur gölünün ortasındaki karınca kıpırtısız yatıyor. Ölüm hali nihayetlendi. Karınca ölü. Kaçak ise gitmiş.
         Adımlar, adamların adımları, sağa sola, her yana adımlar atılmış. Toplayan hiç kimse yok. Oğlan kıza sarılmış ve böylece sevmiş onu. Kaçak zaman ötesinde yaşıyor. Bir an ölçüsünün içinde geçmişini, geleceğini ve şimdisini yaşıyor. Nereye kaçabilir, bilmiyor. Düşleri imkânsızlık duvarlarına çarptığı anda o fırlıyor. Yok oluyor. Hızla çarptığı duvarlardan uzaklaşıyor. Köpekler çimenlerin üzerine uzanmış uyuyorlar gibi, yağmur yağıyor ve kuytuya gidiyorlar. Kaçak kendi düş dünyasının içine gönlünce dalabileceği kuytu arayışında. Tüm algılarını kapatıp kendiyle baş başa kalabileceği limanların izinde dolaşıyor. Kendi denizinin dalgalarıyla boğuşmak istiyor. Mademki yaşayacak. Canı çıkmadı daha, gözünün göreceklerine, kulağının duyacaklarını seçmeye hakkı var o zaman. Üşümeye, çay bardağını avucunun içine alıp başını yaslamaya hakkı var. Mademki canı çıkmadı daha, illaki acı olması gerekiyormuş gibi gerçeklik ve o tüm maddi varlığıyla bu gerçekliği yaşamak zorunda. Düşlerini öldürdüğü zaman ortada kalan maddi varlığının gerçeklik zehrinin acısıyla kıvranırken onun karşısında oturup, çayını içecek olandan bir çöp dahi olsa beklemeyecek. Acı gerçekliğin ağusu onun düşleri ve işte o bu sebeple kaçmak zorunda.
       İnsan içinde bulunmak istemediği karelerden çıkıp gidebilme hakkına sahip olmalıdır.Bu ben değilim. Benim bedenimde, kıyafetlerimle birlikte orada bir yerde duran kişiyi tanımıyorum ben. Onu o an’ın içinden alıp çıkardım. Şimdi başka bir yerde onu seyrediyorum ve onun hakkında hiç bir şey hissetmiyorum. Her gidiş benin bir parçasından vazgeçiştir. Evden her çıkışında, yatağının başucunda bıraktığın uyku elbiselerini geri dönüp tekrar üzerine giydiğinde değişen tüm olanları düşünecek olursan nasıl bir gerçeklikle karşı karşıya olduğunu ancak anlarsın. İşte bu kadar ince misin değil misin mesele böyle başlar. 

   Hiç durmaksızın dönen evrende, dönen dünyada dönüp duranlar, döne döne ve hep döne dünya olurlar, Dünya içinde dönen dünyalar dönmeye devam ederler ve döne döne döne evren olurlar.Dünya içinde dönen evrenler,karanlıkta bir yanıp bir sönen ışıklar gibidirler.Deryanın içindeki yakamozlar gibi..ne vardırlar ne de yokturlar.Bir duyu organın onları algılarken bir diğeri için hiçliktirler.Yakamozları görürsün ama onlara dokunamazsın ,koklayamazsın gibi. Bir kaçağın ele avuca sığmaz varlığı da böyle bir varlıktır. Yakamozun umrundamıdır, onu gören göz! Kaçak kendi dışındaki varlıkları neylesin! Salıncakta sallanan Düş kız. Yağmur yağmış ve düş kızın salıncağının altında ufak bir yağmur gölü varmış. Kime ne...                             

Ay Masalları

  Ay Masalları,   I.Zaman: Yeni Ay   Kuzgun,   Asırlardır sallanan bir koltukta, küçük kara bir kuş düşü tutuluyordu. Birike bir...