Akışkan bir günün ardından incecik bir sızı. İnce ince kanayan. Sadece varlığından haberdar edecek kadar acıtan bir yara. Sağanak bir gün yağmurunun tamamlanamamış yanı. Ağıtların ortasında tiz bir bebek çığlığı. Başlangıç umutsa bitiş nedir? Bir daha yaşanamayacak olanın hüznü ve tüm yarım kalmışların bitip tükenmez bir listesi. Yüzyılların orta yerinde adam durup kalmış. Bir geçmişe bakıyor bir geleceğe. Zamansız kalmış bir geniş zaman isyankârı. Kılıçsız, kınsız, korunmasız zavallı bir asi. Kim bilebilir böylesi bir Araf’taki hali? İyi-kötü, iyi-daha iyi, en iyi-mükemmel kararsızlığının cehenneminde kavrulan kişiydi O. .Adsız kahramanların suskun savaşlarında en üstün başarıların ardından serin bir yel önünden buram buram dağılan şenlik kokularında hayatın tek düze ritmi eşliğinde adım adım yükselen bir ses. Binlerce yüzün ölümünden önceki son haykırışlarının donuk kareleri. Öldürmek üzere ağızlardan çıkan son naranın atmosferde asılı kalan tınısı tam şimdi zaferin gevşettiği bedenlerin en hızlı çarpan yerinde anlaşılamayan ama zalimce acıtan sızı. Gün be gün tüm bedenlerini kaplayıp sonlarına neden olacak belki de. Bitip gidenlerin arkalarında bıraktıkları izler üzerinden söküp atamadığı dikenler gibi yapışıp kalmıştı. Gelecek diye kurguladığı yere geldiğinde bu izleri kendisinden ayrı acı veren sebepler olarak algılamayacaktı artık. Ben diye sıraladığı sıfatların arasında vazgeçilmezleri olacaktı. Bedeller ödenmiş ve acılar sindirilmişti. Umut ettiği sefaların sürülmesine gelmişti sıra. Gözlerin gördüğü en bereketli yemişlerin yetişeceği tarlalarda yetişecek olan sefa ağızlara tadılmamış olanın mührünü vuracaktı.
Ağır ağır akmaya devam eden gün tüm içinde yaşayanlarla beraber bir batıp bir doğarak ağırlığını ve aksak yürüyüşünü giderek hızlandırıyordu. Günün içindekiler için ise bu durum geçmiş günlerin keyiflerine dair tatlı bir hüzün ve her daim yaşanacak olan değişim rüzgarına karşı endişeli bir ayak uydurma çabası halinden ibaretti. Gün, yaşanıyor olan yani tam bir arada kalmışlık zamanı izlerini taşıyordu. Alışıldık yaşamların öykülerindeki en önemli ortaklık yanını bu iz oluşturuyordu. Kaçak,Barbar, Mümtaz, Melek, sen –bir şekilde bu satırlarda dolaşan gözün sahibi- ve ben –harflerle anlam inşa etme çabasındaki kalem- ve ötekiler, geçmişteki ve gelecekteki herkes, arada kalmış zamanların insanları için ip üstündeki cambaz salınımlarıyla devam eden günle birlikte bir ölüp bir diriliyorlardı. Batıya dönen yüzleri kendi kuyularının derin sessiz serinliğinde ölüm gibi bilinmez anlamlar yüküyle bitirmişken günü, doğudan gelen şafağın güçlü ışıltılarıyla başlayan her yeni gün onları gerçekliğin tüm sıfatlarıyla kucaklıyordu.
Çığlık çığlığa haykırışlarıyla sonsuz sessizliğin içinden tüm yaşam sıvısıyla birlikte dahil olduğu toplumdan Mümtaz’ın kopuşu aynı ‘günün’, ağır ağır hızlanışı gibi olmuştu. Annesinin karnındayken içinde bulunduğu su dolu dünya onun çevreyle olan ilişkisindeki ilk ılık, sıcak teması olacaktı. Bu ilk olan hafızasının en derin yerindeki özlem adıyla ona eşlik edecekti. Neye ve niçin özlem duyduğunu bilmeden boğazındaki düğümden ince ince sızılar akacaktı yüreğine doğru. Hep arayacağı ama asla ne aradığını bile bilemeyeceği bir arayış. Koskocaman, tek bir zerresi bile doldurulmamış boşluk. Gün hiç durmadan hızlanıyor, boşluk giderek büyüyor. Mümtaz ıpılık buğulu bir tanıdığın özleminde ağır ağır insanlığından çıkıyor. İnsan illaki toplumun içinde bir anlam kazanıyor. Madem; Mümtaz toplumdan da insanlığından da çıkıp gidiyor. Buğuları tanelenmemiş bir sıcaklık arayışında, gerçekliğin insanı ve her şeyi çıplak bırakan ışıklarını kendi adına söndürüp varoluşunun en masum yerine doğru yol alıyor.
1- Küçük, küçücük bir kız, caddenin ortasında bağdaş kurup oturmuş.Şşşşşşşşt........O, bebeğini emziriyormuş.Arabalar hızla kızın iki yanından geçiyor.Kız ayklarını uzatıyor. Sarı saçlı mavi gözlü bebeğini ayaklarına yatırıyor. Ayaklarını sadece ayaklarını bir sağa bir sola sallıyor.Bebeğin gözlerinden biri tam kapanıyor biri yarı açık.Uzun kirpiklerinin arasından cam mavisi parıldıyor. Şşşşşşşşt.......Bebek uyuyormuş. Arabalar hala küçük kızın iki yanından akıyor.Bebek uyuyor. Gidiş-dönüş istikametleri arasında, hani bulvarlarda çiçek dikilen yerlere yada kesintisiz beyaz çizgilerin üstüne küçük, küçücük kız çocuklarını dizmişler.Hepsi birlikte sarı saçlı mavi gözlü bebeklerini emziriyorlarmış.Şşşşşşt... Arabalar
ağır geçmeye başladılar. Sanki bir düdük çalıyor ve küçük, küçücük kız çocuklarının hepsi birden bebeklerini ayaklarına yatırıp sallıyorlar. Sadece ayaklarını sallıyorlar.Bebekler uyuyormuş. Şşşşşşşt.......Bebekler uyuyormuş......Arabalar durdu.
2- Bebekler hep birlikte uyuyunca duran arabalardan küçük, küçücük adamlar indiler. Hep birlikte arabalarının önlerine oturdular. Beraberce sustular. Küçücük kızlar ve adamlar hep birlikte susup usul usul ağladılar. Çıtları bile çıkmadan gözyaşlarını sakin sakin akıttılar. Gün bitmiş ve bebekler uyumuştu. Tüm kızlar ve adamlar bundan ağlıyormuş.Şşşşşşt.....Susmak ve sessizce ağlamak onların tüm kirlerinden kurtulmalarının tek yoluymuş meğerse. İçlerindeki tüm kirli suları gözyaşlarıyla akıtıp temizliyorlarmış. Şşşşşt.....
Gözlerden yağmur yağıyor caddelere.......
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder