Yaşamı yok sayan bir döngü, durmadan yok
ediyordu soluğun kutsal buğusunu. Yüzyıllardır değişmeyen kurgusu insanoğlunun
yok etmek ve yok olmak üzerine dönüyordu. Öğütüyordu insanlığın son vicdan
kırıntılarını her bir çığırtkan. Bu sonsuz yok oluşun içinden sıyırmışlardı
kendilerini. Aldılar ellerine teflerini sonra, çözdüler dillerinin bağını.
Birer birer akıttılar içlerinin korundan. Tutuştu kralın sönen ateşi. Onların
dilleriyle yanmaya başladı yeniden. Isındı içi, kendine doldu. Adam bulduysa
kendini yol açılırdı zaten kendiliğinden.
Oturdukları sofraya sövdüler ilkin. Avın
lanetiydi bu. Doymuşlardı çünkü açtılar. Tram tram tek düze bir ritmle vurdular
teflerine hep birlikte. Avın gerçek bir av olabilmesi için av olanın kaçabilme
ihtimali saklı tutulmalıydı hep. Saygıyla eğilmeliydi avcılar kaçanların ve
hayata tutunanların ardından. Bir yol açık bırakılmalıydı bu yüzden. Soluğa
duyulan saygı yüzünden. Ama öyle yapmadılar. Sürünün etrafını çevirdikleri
çemberi sıkı tuttular ve böylece sürüden tek bir canlı kaçabilme ihtimalini
gerçeklik haline çeviremedi. Böylesi bir avın şölen sofrasında bastırdıkları
açlıklarına da sövdüler.
-
Bu bizim suçumuz dedi kral, bu fasıl daha fazla
uzamasın diye,
Geçtiler. Sonra başladılar krala sövmeye. Avcılar hemen toparlandı,
takındılar öfkeli bakışlarını gözlerine ve sadaklarından çektikleri okları
yeniden sürdüler yayların ucuna. Beklediler, bir ömrün hebası kadar uzunca bir
süre.
Dediler ki: biz eskiden bir çobanları bilirdik birde sütlerinden ekşi
maya tutulan koyunları. Meleşen sürülerin karnını doyurdu çobanlar. Onların
yiyeceği taze otlakların izinin sürerdi. Bunlar hangi evvel zamanın içinde
kalmış artık bilinmez ama şimdilerde çoğaldı krallar. Paylaşamazlar otlakları
ve savaşır durmadan askerleri. Biri diğeriyle, diğeri ötekiyle. İşte böylesi
meleşen askerlerin ve tepişen çobanların arasından kaçtık, ölümün ve hayatın
kıyısına, ormanlara, mezarlıklara. Âdemi aradık âdemi bulduk. Savaşın ve
kılıcınızın ucunda sallanan kan kokusunun uzağında. Gayri kral sen söyle, sen
mi kralsın yoksa biz mi?
İsyan edişiniz kimedir diye sordu,
kral. Kendinize mi dünyaya mı? Topyekûn hepsine dediler. Kulaklarına fısıldadı
içindeki karanlığın derinlerine gömdüğü sesinin titrek tınısıyla, beni de
götürün. Hâşâ dediler hep bir ağızdan. Bize mi düşmüş kendine göçmeye karar
vermiş olan âdemoğlunu götürmek. Derseniz ki, yarenlik edelim, işte onu seve
seve yaparız dediler. Kralın yüzü aydınlandı yine doğduğu gün gibi. Kral
avcılara baktı, yüzlerindeki endişeyi, kaygıyı gidermesi gerekiyordu önce. Krallığını
bırakıp bir yana, yarenlerine fısıldadı durumu. Önce avcıları yollayalım
buradan sonra yolumuza çıkalım dediler. Bensiz gitmezler ki dedi kral.
Yarenleri, sizin esaretinizde ne kadar büyükmüş böylesine. Önce siz geldiğiniz
gibi, tıpkı bir rüyadan geçer gibi çıkın aramızdan dedi kral. Ben onları
durdururum. Sonra siz bizi bir gölge takip edin ama bir tek ben göreyim sizi.
En dalgın anlarında ben de bir rüya gibi geçeyim gözlerinin önünden. Sizin
gölgenize karışayım.
Gölgemiz gölgene perdedir, ey
ademoğlu. Senin yüzüne çektiğin perde sırrımızdır. Bu ömrümüzün ahirinden
evveline saklanmış olarak kalacaktır derunumuz da. Lakin sen kral kaçabilecek
misin krallığından.
Krallığım benim cehennemindi. Benim
kaçışım budur aslıma. Cehennemimden aslıma kaçış. Sizden dilendiğimse sade yarenliğinizdir.
Öyle ise eyvallah dediler eyvallah……
Dedikleri gibide yaptılar. Usulca
sıyrıldı adamları arasından kral. Bir düşün bitişi gibi hafızalara astı
suretini, kendi göçüp gitti krallığından ve karanlığından. Geride kalanlar
devam etti ezberin kitabından yaşamaya. Kayıplığın bilinmez diyarlarında
dolaşan yolcuların yüzyıllardır gittikleri kendine açılan yollar sayısız
kaçaklar saklamakta. Bir bakın bakalım aynaya, onlardan biri de orada mı? Kim
bilir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder