12 Kasım 2022 Cumartesi

Ay Masalları

 



Ay Masalları,

 

I.Zaman: Yeni Ay

 

Kuzgun,

 

Asırlardır sallanan bir koltukta, küçük kara bir kuş düşü tutuluyordu. Birike birike koca bir dağ olan saklı sandıkların kırılmamış kilitleri açılacaktı kendiliğinden. Salkım salkım dökülecekti küllenmiş hikayeler. Aksak ağır bir sağırlığı yırtacaktı gör yüzü. Yerden göğe çölden denize kapılar açılacaktı bir bir. İnsan suretleri yansıyacaktı zamanın kırık aynasına. Sırlarını pul pul döküp ayna kırılmadan kesecekti ışığın aydınlık şavkını. Ağır ağır suskunluğa gömülenler aceleci bir sahnenin perdesinde bir görünüp bir kaybolacaktı. Kuyu Yankılanacaktı. Kuzgun’un düşünden dökülen, siz deyin üç asırlık ben diyeyim beş asırlık, zamansız, dipsiz bir sağanak başlayacaktı.

 

 

 

 

 

Başlangıçta aşk üzere bir olan tüm çiftlerin hatıraları canlansın.

 

 

 

 

Âdem ile Havva

 

Âdem:   İlk olanla başlasın söz. Tek başına bir ağız konuşsun olmayan kulaklara. Gözü değsin bakalım olmayana. İnsan olduğunu bilsin sadece. Bilsin de olduğu yerde kalakalsın. Adımlarının hiç biri bir yola taşımasın onu.  Bu cennet onun tek mutluluğu ve mutsuzluğu olsun. Böyle bir hikâyenin ne başı ne de sonu olur mu?  Havva’nın gözleri değince içime,  adı ağzımdan ses olup çıkınca, önü alınmaz seller akmaya başladı her bir yana doğru. Her bir yan yol oldu. Her bir taraf yolcu ve her bir sahnede suretimin aynaları.

 

Havva:  Gözümün içine değince Âdem’in ışığı, var oluşumun ilk tılsımlı yağmuru döküldü, yukarılardan aşağıya. Bereket tohumları akıyordu, her bir yanımdan. Burnumda sade bir koku, sade bir ışık ve aşkın içimde açılan solmaz çiçekleri. Onun gözlerinin ışığı değince içime, adım kadın oldu, Ana oldu,  Âdem’in kadını Havva oldu. Önü alınmaz sellerin kucağında doğan ilk tılsımlı düğümleri atacak olan Aşk oldu.                                                                                              Tüm seherlerin ve selimlerin solmaz ışıklarında doğacak olan aşkın çocukları, bizim hikâyemizden bir iz taşırlar. Bir yangının başıydı, Âdem ile Havva’nın yolculuğu.

Bereketli toprakları sulayan nehirlerin her bir damlasında bir aşk tohumu, tüm çocuklarımızın kanayan yaralarında sızlayan koca yüreğimizin serin yüzü ve adamın eksik yanı, kadının öteki yarısı ve tüm yolların üstünde aşkımızın suskun izleri ve aynanın içinde Âdemoğlu ile Havva kızı beklemekte...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsanoğulları,

 

Sular durgundu başlangıçta. Sessiz ve sakindi ortalık. Topraktan fışkıran diri tohumların içlerindeki renkler,özgürce uzanıyorlardı gökyüzüne doğru. Gökyüzünün dokunulmaz bulutlarının ve yıldızlarının sakin geçişi, nefes üflüyordu yukardan aşağıya. Aşağıdan yukarıya uzanan dalların arasında dolaşan rüzgarların, tatlı okşayışları arasında aynı kutsal pınarların suları altında yıkanan Âdemoğulları, henüz birbirleriyle ayrı düşmemişlerdi. Razıydı her biri kendi payının biricik varlığına. Yeryüzünün nadide çiçekleriydiler onlar. Aynı gökyüzündeki yıldızlar gibi. Dünyanın süsleri arasında en büyüleyici olanıydı Âdemoğulları. İlk kanı dökenlere kadar sürüp gidecekti, bu kardeşlik akdi. Kan, kutsanmış olan, içinde can taşıyan, karışmıştı toprağa. İlk damlayla irkildi toprak. Derinlerinden uğuldadı ilkin, titredi. Hafifçe sallandı toprak üzerinde oturanlar. Bağrından kopan Âdemoğullarının ılık kanı, toprağın derinlerindeki ilk çatlağı açan ateş olmuştu. Sessizce lanetlerini savurdu toprak, Âdemoğullarına. Hangi akılsız başın ürünüydü bu laneti çağıran! Hangi zayıf başın içine giren ifritin ayrılıkçı tohumları yeşertmişti kin ve nefret otlarını. Âdemoğlunun hangi zaafı vurmuştu, toprağın bağrına kanla yazılacak tarihin ilk mührünü. Ah, o oğulların paylaşamadığı tohum(!) Neydi o? Bir kadın mı, yoksa kendini beğenmiş, göğüslerinin üstünde kabaran hırslarının yakıp kavuran ateşi mi? İyi ile kötünün savaşımıydı bu, güzelle çirkinin, çobanla çiftçinin, yer ile gök, doğuyla batı, kuzey ile güney arasında paylaşılamayan neydi?  Toprağın lanetini üzerine çeken, barış ve neşe içinde geçen günleri bile hafızalardan silen hangi kıymetli hazinenin nadide parçasıydı. O uğruna akıtılan ilk kanın, arasında kalmış olan bir su perisi, bir ay yüzlü yâda daha toprağa düşmemiş bir çiğ tanesi, ah(!) bir de onun dili olsaydı da akıtsaydı zehrini meydana. Bilseydik bu kaybedişin nasıl bir keder olduğunu. Acının ilk buruk tadını damağında duyan, içinin en derinlerindeki sesiyle konuşsaydı. Savaşan tüm oğulların arkalarında bıraktıkları o sessiz yüreklerin içindeki yaralardan sızan, hayatın dillenmemiş türkülerinin masum çocuklarının içinden usul usul akan ateş nehirleri, acının hangi rengini akıtacaklardı,  bizim şenlik ateşlerimizin üzerine. Ah, o masum yüreklerin suskun çocukları, ağızlarına vurdukları mühür, bağırlarına bastıkları taşların altında kalan acının tüm yüzlerini, kendi paylarına sakladılar. Her kıyımın kıyametin ardından yakılan şenlik ateşleri, onların soluk yüzlerini aydınlatmaya yetecek miydi? Tüm asaletleriyle seyrettiler şenlik çığlıklarının eşliğindeki, doyumsuz neşenin oğullarını. Sessizce akıttılar ağulu gözyaşlarını, derinlerine doğru. Tıpkı toprak gibi, Usulca fısıldadılar lanetlerini. Ceset tarlaları üzerinde yürüyen insanoğlunun biriktirdiği öfke, sonunda, en sonunda kendine doğrultacaktı zehirli oklarının sivri uçlarını. Düşmanın kim olduğu bilinmez olacaktı. Asırlar sonrasında yaşayacak olan oğullar, kendi benleri içinde bir savaşa tutuşacaklar ve hiç bir yaranın dermanı kalmayacaktı yeryüzünde. Gözleri bir tek kendi yüzlerine dönmüş olan nesiller, ağır ağır yalnızlıklarının kucağında, solup gideceklerdi. Tüm ağulu gözyaşlarının bedelini ödeyecek olanlar en büyük savaşın mağlup çocukları,  benlerindeki âdemle kavga edeceklerdi.   Yaşamlarını ölümün soğuk ve soluk yüzünün eşliğinde sürdüreceklerdi.  Tüm lanetlerin meydanında yaşarken öleceklerdi.  Asırlar sonrasının kaybetmiş oğulları,    anlamsız bir dünya içinde kaybolmuş olanlar, yollarını bulmak için yine bizim zamanlarımıza, Büyük büyük dedelerinin hikâyelerine geri döneceklerdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Son Gün,

1870, Sennar, Afrika

 

Gece yıldızlı örtüsünü çekmişti. Toro’nun saçlarındaki beyazlar gibi zıplıyordu parıltıları. Neşeli şarkılarıyla dans ediyorlardı üstlerinde. İçlerindeki yumurcak onlara eşlik ediyordu. Derinden gelen sessiyle Toro, kara yemişlerine eski hikayelerini anlatıyordu. Onu babasının evinden çalan Koronimo’nun heybetli düğün dansı canlanıyordu hafızalarının perdesinde. “O gün” diyordu, Toro: Kuru gecenin otlarından büyük bir ateş yakılmıştı. Tıpkı gündüzün sarı ışıklı yıldızı gibi sarıyordu gecenin kara örtüsünü. Koronimo tüm heybetiyle dolanıyordu yıldızlardan daha fazla parlayarak. Kanatlarını açmış kocaman bir gece kuşu gibi tüm dünyayı kucaklıyordu. Yırtıcı kedilerin sakin inleyişleri katılıyordu ona. Suların hırçın balıkları sürüklüyordu dansını. Toprağın kalbinden gelen küçük adımların güçlü inancı dolaşıyordu ayaklarının sarsılmaz vuruşlarında. Kalbim onun tüm hücrelerinde yeniden canlanıyordu. Tüm varlığımla teslim oluyordum ona. Koronimo dans ettikçe dünya dönüyordu etrafımda. Nefesim doluyordu evrenin tüm tuzlu yosun kokularıyla. Kayboluyorduk sonsuzlukta. Yıllar sonra, siz nasıl oldunuz anlayamadım, küçük kızımın kara yemişleri, bana çorba getiriyorlar şimdi. Zaman ne büyük bir geceymiş, her birimizi doğuran. Geceleriniz solmadan dalın uykularınızın kuytusuna, kara yemişlerim. Yıldızınız parlasın.

Böceklerin geceyi saran sessizliği ısıran adımlarının ninnileriyle, göz kapakları derin rüyalar kuyusuna düştü. Nereden bilebilirlerdi ki Ana Kara’nın kokusuyla daldıkları son uykuları olduğunu? Dün diye bildikleri büyükanneleri Toro’nun sonu gelmez masallarıydı, dünya ise gözkapaklarına asılmış yıldız tozlarının ağırlığı. Gece de çöküp, günde dağılan bedenleri kadar küçük ışık küfeleri taşıyan yüksüz dumanlardı henüz hayat denen bilmece onlar için.

Toro uzun zamandır, en az beş yağmur mevsimi öncesinden beri yalnızdı. Çok sevdiği, hayatımın şarkısı dediği kocası öldüğünden beri torunları ve kızı, onu, düzenli olarak ziyaret ediyorlardı. Aslında yaşadığı köyde pek çok kardeşi vardı ama kara yemişleri ve kızı, onun için sevgilisi Koronimo’nun kokusunu taşıyordu. Çoğu zaman kızıyla, torunları evlerinin ateşinde pişirdikleri bir kap çorba getirmek için Toro’ya, gün boyu yürürlerdi. Bu onun için yaşam ateşinin devam etmesi anlamına geliyordu. Kızı ve torunları için ise onun soluğundan aldıkları güçle, tüm geceleri ve gündüzleri sarmalayacak neşelerinin ateşini çoğaltmaları demekti. Yağmur mevsiminin yedinci gününde Toro’nun kızı Gadamis’in köyünde büyük bir bayram düzenlenirdi. O günlerde Gadamis’in çok işi olurdu. Bütün köy ile birlikte yemekler pişirilir her bir ailenin şarkıları söylenirdi. Bu zamanlarda, Toro’yu ziyaret etme görevi ise torunları Oramo ve Mişato’ya kalırdı. Sabahın ilk ışıklarıyla yola koyulur, akşamın pembe karanlığı inmeden önce Toro’nun köyünde olurlardı. Evlerinin ateşinde pişmiş çorbaları soğumuş olsa da, içinde her birininin emeğini ve sevgisini taşırlardı. Toro’nun sönmeyen ateşinde yeniden ısınırdı çorbaları. Böylece hep birlikte içlerinin soğuk ateşini söndürürlerdi. Kokuları birleşirdi, dedelerinin ışığı parlardı gözlerinin içinde. Şarkılarını söylerlerdi, yüzyılların tınılarıyla hep bir ağızdan. Ağaçların yağmur geçirmeyen dalları altında, varoldukları dünyanın hikayeleriyle kucaklaşırlardı. Toro, karayemişlerine büyükbabası Kiko’nun arkadaşı vahşi kedileri anlatırdı. Onun yanına gittiklerinde korkutucu dişlerini gösterip inleyen en yırtıcı ve heybetli hayvanların, nasıl dedesinin en yakın arkadaşı olduğunu anlatırdı. Kiko’nun annesi içinde bir bebek büyüdüğünü anladığında köylerinin en yaşlı ağacının altına gider ve usul usul içinde taşıdığı misafirinin ona söylediği huzurlu şarkıyı mırıldanırmış. Bir gün, doğa ananın büyük dişli, güçlü kedilerinden biri göçerken hayat pınarlarından, yaralı dizlerinin altında sakladığı yavrusunu o yaşlı  ağacın kuru çalıların arasına bırakıp gitmiş. Kiko doğunca, şarkısında o yaralı kedinin ağlamalarıyla birlikte sarılmış hayata. Ormanların ıssız yankısında birlikte koşturmuşlar ve çığlıklarını asmışlar bulutların ağaçlara yaslanmış saçaklarına. Toro, onların koruyucu kanatlarının tüm ailesinin üstünde dolandığını söylerdi. Böylece ormanın büyük göçü içinde yolculuk eden bütün canlılar,  en korkutucu çığlıkları olanlar dahi, Kiko’nun şarkısından bir parça taşıyanlara dostça davranırlardı. İşte bu yüzden, onların küçük kalpleri en güçlü yankısını taşıyordu doğa ananın. Hiç bir şeyden korkmazlardı, çünkü büyük bir aileydiler, içinde her türlü canlıdan kardeşleri olan. Bu yüzden neşeli şarkıları yıldızlara kadar uzanırdı ve onlar tüm dünyayı kardeşleri olarak bilirlerdi, henüz.

 

 


23 Kasım 2015 Pazartesi

Yolda

Yağmur ıslatıyordu tozlu yolu çisil çisil. At arabasının ağır aksak gıcırtısı eşlik ediyordu yağmurun sesine. “Dur!”, diye bağırdı arabanın içindeki genç, arabacıya. “ Şu garip yolcuyu da alalım, ıslanmasın zavallı.” Önünde duran arabaya yakaştığında yolcu, genç bir oğlan eğildi, uattı elini “Haydi gel, yağmur dinene kadar bizimle gel, ıslanma boşuna.” dedi. Yolcu “Eyvalah!” dedi. Atladı arabaya. Heybesini ayaklarının arasına sıkıştırdı. Hafiften ıslanmıştı. Gencin bavullarını ıslatmaktan çekiniyordu. Daracık koltuğun kenarında büzülmüştü. Ne kadar sıkarsa kendini o kadar az yer kaplarmış gibi geliyordu ona. Keşke çağırmasaydılar, diye geçiriyordu aklından. Islanmaktan hiç gocunmazdı. Hatta severdi bile yağmur altında yürümeyi lakin uzanan eli tutmamak olmazdı. Daveti geri çevirmek, bu yürürlerin, yolun yasasında kabul görmez bir durumdu.
-Nasılsınız? ; diye sordu genç.
-Çok ıslanmadınız, inşallah.

-Teşekkür ederim.
-Üşütmeyesiniz sakın.
-Yok yok, dedi. İyiyim, sağolun.
-Yolculuk nereye, diye sordu genç. Tanımıştı onu.Sınavı başarıyla atlattıktan sonra neşe içinde eve döndükleri gün karşılaşmıştı ilk. Öylesine hüzünlü bir yüzü vardı ki. Sanki başka bir dünyada dolaşıyordu. Bir hayal gibi kalmıştı o günkü hali gözlerinin önünde. Aynı yaştaydılar belki de. Kimbilir, o günkü coşkusu boğasında düğümlenip kalmıştı ve hiç unutmamıştı o gün gördüğü, o yüzü.
- Bir menzilim yoktur, dedi, dişlerinin arasından tıslayarak çıkmıştı sesi.
-Eyvallah, dedi genç. Anlamıştı, kendini açık etmek istemiyordu. Çekingenliğini, yabancılığını bir kenara bırakabilseydi keşke. O da bilmediği bir ülkeye doğru, tüm tanıdığı yüzleri geride bırakarak. daha büyük bir yalnızlığa ve yabancılığa doğru yol alıyordu. Ailesi tek başınalığa alışsın diyeerken vedalaşmıştı onunla. Çok lazımmış gibi.
  Sustular. Yağmurun sesi bastırdı içlerini. İki yabancı dünya, aynı mekanda, yaşadıkları gibi yolculuk ettiler bir süre. Her ikisi de kendi kendine konuştu. Yıkılmıyordu duvarlar hemen. Yüzdükleri denizler ayrıydı, düştükleri kuyularda. Diplerinde uğuldandılar. Yağmur gittikçe hızlandı. Onlar gömüldüler. Kolay değildi pişmek. Biri kitabın öbürü hayatın okuruydu. Her ikisi de daha yolun başındaydılar. Yaşadıkları kopuş allak bullak etmişti onları. Yağmur hızlandı. Birlikte ıslanmıyorlardı. Arabacı daha baştan, yağmurun başından atlarının üstüne ve kendi üstüne çekmişti miğferini. Onlarla alakası yoktu onun. Kazanacağını daha yolun başında atmıştı cebine. İki körpr delikanlı uzaklaştıkça yuvalarından, yağmurun ve yalnızlığın serinliği sertleştikçe her biri kendi kuyusundan da olsa ses vermeye başladılar birbirlerine. Dinmedi yağmur, onlar da dinlemediler birbirlerini. Sadece bir yoldaş, can yoldaşı ya da yağmurun yoldaşlığına durdular. Tutmadılar kendilerini. Saldılar içlerindeki ve gözlerindeki yaşı aynı sağanak gibi. Döktüler, döküldüler gecenin yağmurunda.
-“Hüseyin, biliyormusun?” dedi, memur Arif’in oğlu.
-“Neyi, Hasan?” diye sordu, çobanoğlu Arif’in oğlu.
- İçimde kopan fırtına, dışardakinden bin misli daha kuvvetli. Gittiğim yerde neler yaşayacağımı hayal bile edemiyorum. Oysa, evde, duvarları nemden kabarmasın diye çift kat boya vurulan odamda çalışırken bunları hiç düşünmemiştim. Dillerini bile doğru dürüst bilmediğim bir ülkeye gidiyorum şimdi. Bana nasıl bir oyun oynadılar diye düşünüyorum. Başarmak demek böylesi bir yalnızlığa, yabancılığa terk edilmek demekmiş meğerse. Nasıl korktuğumu bilemezsin, Hüseyin. Susasam, nasıl su isteyeceğimi bile bilemiyorum. Ama onlar, en yakınlarım, ailem sandılar ki ben, o uzak ülke de okuyup büyük bir adam olmak istiyorum. Bu ayrılığı, hasreti güya istikbalim için göze aldılar. Bana sormadılar hiç, biliyormusun! Hiç sormadılar, belki de babam gibi basit bir katip olsaydım daha çok mutlu olurdum ama bana hiç sormadılar. Bakışları yok mu o bakışları, sorma Hüseyin. Beni savurdu. Durmadan yalnızlığa. Giderek yabancılığa. En büyük yoksulluğa belki de. Biliyormusun kardeşim, bu nasıl bir acıdır, sancıdır hı? Biliyormusun?
- Bilmezmiyim, dedi. Çoban Arif oğlu Hüseyin memur Arif’in oğlu Hasana. Ama sen de şunu bil. Bu yolun dönüşünde sen, benden daha muzaffer olacaksın.
- Ya kaybettiklerim ne olacak, Hüseyin? Sen de şunu bilki sen, benden daha fazla ermiş olacaksın. Yolun menzilsizse kendine yol tepiyorsun demektir. Oysa ben, o bakışların mağrur değişinin bedelini ödemeye gitmekteyim. Böylesi bir zafer hangi zenginliğin esaretini yaşatacak bana, işte bunu bilmek dahi istemiyorum şimdiden lakin başka bir yordamımda yok ki.

- Kardeşim, Hasan. Biraz sakin ol. Bırak kendini zamanın saltanatına. Bu kadar tasaya gerek olmadığını göreceksin sonunda. Sende bende bir kaçışın zilliyetini sürmekteyiz aslında. İkimizde içine doğduğumuz sürüden kopup, kendi dünyamızca insaniyetimizin sürgününü çekmekteyiz. Bırak kendini, kardeşim, Hasan. Babam kırdığı bardağın tasını geçirmiş oğlunun başına. Dedemin adıyla ünlemiş beni. Tıpkı senin babanın yaptığı gibi.

30 Ekim 2015 Cuma

Yol Çağrısı

Gün gelir çözülürdü elbet ayaklarının bağı. O ana kadar atılmış düğümler  bir bir sökülürdü. Zincirlerinden kurtulur, kendi kanatlarıyla uçmaya davranırdı illaki birileri. Anasının ninnisinden, dedesinin değneğinden ve tüm bildiklerinin yankısından ötede bir yol tepmeye başlardı, oğullardan en yüreklisi. O yazgının yolu ki, o yüreğin daha anasının rahminde atmaya başlamasıyla açılırdı. Her bir boy atışında uzardı yol. Kendinden büyük yaşları yüklenen bu bir başına buyruk yürürler, yollarının sonunu görmeden göçüp gitmezlerdi ömürlerinden. Yollarının bağı bir çözüldü mü duramazdı çoban. Sürüsünün başında bir dilsiz serinliğe teslim olur, kulaklarında yolun çağrısı uğuldar ve değişen iklimin ayazına düşerdi aklı. Bir hazırlık başlamıştır artık kendi içinde. Varoluşunun sorgusunu yaşamaktadır yolcu. Evveli, ahiri ve gündüzü, gecesi toplanmaktadır artık. Bir çıkına derilecek kadar süzülmektedir ağulardan. Onu pişirecek olan ocağın ateşiyle yangın başlamıştır. Yol çözmüştür dilinin bağını. Yolcuyu beklemektedir. 

   Gecenin bir yarısı sıçrayarak uyandı rüyalarından, yatağının kan sıcağından. Yüreğinden çekiliyor gibiydi canı. Etrafına bakındı, herkes ve her şey yerli yerindeydi. Kalktı, dışarı çıktı. Ay dolmuş, gündüze çevirmişti ortalığı, çınarın altına oturdu. Yaprakların arasından gökyüzüne baktı uzun uzun. Yıldızların bir yanıp bir sönen büyüsüyle yıkandı. Nehrin akışı boyunca doldu kendine. Uzadıkça uzuyordu gece. Sabahı beklemiyordu da zaten. Sürüdeki kuzuların ara sıra  duyulan seslerinden başka hiçbir canlılık yoktu ortalıkta. Ölü bir dünya diye geçirdi içinden. Hep aynı gündüzleri yaşıyordu ardından gelen hep aynı ölü geceleri. Sıkıntısını bildiydi ailesi de bu yüzden ilişmiyordu bir zamandır ona. Bilirdi zaten göçün insanları, yol çektimiydi bir canı önünde hiçbir bend duramazdı. Sürüden bir soluk ayrılırdı, üşürlerdi onsuz lakin onun yazgısı yolun kıyısında derildiyse, elden ne gelir. İçlerine gömerlerdi yangınlarını. Hepsi bilirdi bunun nasıl bir kapı olduğunu.  
  Bir kuzu doğduğunda parçasıdır sürünün. Bunun ne sorgusu olur ne de suali. Acılarında, kederlerinde, suskun süzülüşü yağmurun çatlak toprakların üzerinde akışı gibi sürünün aynısıdır. Sevinçlerinde çoşkulu meleyişlerinde de öyle. Biri suyu geçmek için atladığında diğerlerinde can korkusu kalmaz, onlarda atlar. Başlarında ki çobanın da farkı yoktur sürüden. Güdenin ezberi güdülenden ayrı düşemezdi. Yoksa parçalanırdı sürünün içindeki denge. Genç çoban ayrı görmemişti kendini bu zamana kadar koyunlarından, kuzularından sonra köpeklerinden. Onların kendi aralarında coşkulu bir dili vardı. Bunu başka hiç kimse anlayamazdı. Çoban sürüsündeki tüm koyunların, kuzuların huylarıı bilirdi. Onlarda onu bilirlerdi sesinden, soluğundan. Çoban da o sürünün bir parçasıydı. Hem de en önemli parçası. O’da sürüleşen bir hayatın içinde sürürklenen bir dünyaydı. Yolun çağrısı kulağına çalınana dek böyle devam edecekti bu durum. O yüzyılların hasreti değince zamanın yumuşak karnına ayrı bir ağrıya durdu çoban. Kıvrandı durdu aylarca. Gözlerinin ışığı soldu.Bulması gerekti kendini, insanlığını. Çıktı bir gün yürür ve konar ailesinin meclisine.
-          Yol çekti, gitmem gerek; dedi.

Ağlaştı ailesi. Sarıldılar bir yumak gibi. Sürüyü son bir kez daha güttü. Sonra uğurlandı yola. Bir çıkın, bir değnek, bir saz ile sürüsünden ayrışıp kendine yollandı oğul, uğurlar ile. 

28 Ekim 2015 Çarşamba

Yol Öncesi

Sessiz ve sakin bir huzur kaplamıştı içini. Okuldan döner dönmez annesinin vanilyalı kurabiyelerinin kokusu karşılamıştı onu. Bu kokuyu her duyduğunda ıpılık bir sıcaklık sarıyordu etrafı. Bir hafta sonra merkezden gelecek olan heyetin karşısında en önemli sınavını verecekti. Uzunca bir süredir hazırlanıyordu. Sadece o değil çevresindeki herkes o güne kurulmuştu. Bütün davetlerini iptal etmişti annesi. Evdekiler nerdeyse fısıltıyla konuşuyorlardı. O odasında, çalışma masasının başından ayrılmıyordu. Onun için tüm ayrıntılar düşünülüyordu. Annesi parmaklarının ucunda yürüyerek yanına geliyor, bir tepsi sevdiği yemekler bırakıyordu masanın ucuna. Sırtını sıvazlıyordu şefkatle.  Kasabanın en başarılı öğrencisiydi o. Eğer sınavı verirse ki bundan kimsenin şüphesi yoktu, ilk defa bu kasabadan birisi bir başka ülkeye okumaya gidecekti. Tek şansıydı bu. Rüyalarında bile o anı yaşıyordu tekrar tekrar. Babasının gözlerindeki gururlu bakışlarını, annesinin sevinç gözyaşlarını, kardeşlerinin ve akrabalarının tebriklerini görüyor gibiydi şimdiden. O bu hayatın seçkin çocuklarından biriydi. Bunu çok iyi biliyordu. Okul yolundaki nehir kıyısında çadırlarda yaşayan insanları gördükçe bunu daha iyi anlıyordu. Zavallı insanlar, onları koruyacak bir çatıları bile yoktu üstlerinde. Nasıl yaşıyorlardı bunca yokluğun içinde. Çocukları okula bile gidemiyordu. Geleceksiz insanlardı onlar. Akşamları sesleri gelirdi bazen. Annesi söylenirdi, hırsızlar başladı yine, diye. Babası, o kadar şikayet ettim ama hala burada tutuyorlar bunları, derdi. Haklarında dolaşan pek çok söylenti daha takılırdı kulağına. Neredeyse birinin ayağına taş değse, o uğursuzların laneti çöreklendi üstümüze denirdi. Hayvanlarının pisliğinden, bitlerinden, pirelerinden, hırsızlıklarından ve başıbozuk serserilerinden yaka silkerdi kasabalı ama kimse de yanlarına yanaşmaya cesaret edemezdi. Hep birlikte kalabalık bir aileydiler belki de. Kim bilir? Aman canım  onlarınki de yaşam mıydı? Yörük adamın davası mı kalmıştı bu dünya da? 

19 Ekim 2015 Pazartesi

yol-3- Yürür düşleri

Setleri aşıyordu düşlerinde. Uçsuz bucaksız çayırlarda koşuyordu, haykıra haykıra. Kocaman nefesler alıyordu özgürlüğünden. Deniz oluyordu birden. Mavi sonsuzluk doluyordu göğsüne. Oradan oraya uçuyordu, koşuyordu, yüzüyordu. Gökyüzü olmuştu en sonunda. Ama bütün bunlar sürülerinin peşinde, gündüz düşünde ve gecelerin sonsuzluğa parlayan yıldızların rüyasında görülüyordu. 
Önünde yükselen duvarlar arasında akıp gidiyordu günleri. Sürüleri de olamasa o caddelerin arasında boğulup gideceğini düşünüyordu. Duvarların kıyısında yaşıyorlardı. Sabahları küçük çayırlık alanlarda dolanırdı. Nehir kıyısındaki çakıllar gibi yuvarlanıp duruyordu ortalıkta. Şık giyimli beylere bakıyordu kaçak bakışlarla. Sonra kızlara ve içlerinde neler olduğunu bilmediği duvarlara. İçi daralıyordu. Göç mevsiminin hayaline duruyordu hemen. İnsanların neden duvarlar ördüğünü anlamıyordu. Ne yapıyorlardı bunca karanlık ve dar mağaralarda bu adamlar. Soluksuz kalmıyorlar mıydı, boğulmuyorlar mıydı? Gerçekten sürekli duran bir yaşam nasıl geçerdi. Yazı ve kışı, ömürleri duvarların içinde, üst üste, alt alta mezar evlerinde yürümeden, gitmeden, hayatın doğuşunu, ölüşünü görmeden, rüzgarın ve yağmurun toprağı nasıl canlandırdığını bilmeden sonra hayvanların, böceklerin bir cümle doğanın canlarının soluğunu duymadan, ağaçların gölgesine yaslanmadan duvarların arasında yaşamak anlaşılmaz bir işti zaten.  

23 Eylül 2015 Çarşamba

Yol-2-Duvarlar

Dünya içre dünyalar arasında aşılmaz sınırlar dikilir, yüzyıllar boyunca yıkılmayacak olan. Bakışların kınayıcı yakıcılığı ezer içreleri. Gözleri kendi aynalarına takılır ve büyürler uykuda. Rüyalarında boşluktan düşermiş gibi çırpınırlar, tutunurlar daha fazla toprağa. Yataklarına yapışırlar, koltuklarına kurulurlar sonra mabetlerinin koruyucu kanatlarına teslim olurlar sakince. O taştan, ağaçtan evlerinin içinde ayrı ayrı dünyalar kurarlar kendilerine. Her bir odada ayrı bir gökyüzü serilidir neredeyse. Akıllarının kıvrımlarında durmadan dolanan düşleri, düşündükleri işleri, günlerine ve geleceklerine dair hesapları, bitmek tükenmek bilmez kitapları okunur, yazılır. Büyümek demek okumak demekti, duvarların içinde doğan çocuklar için. Onlar okumak için yürürdü, önce ağlar, güler, yürür, konuşur, koşar ve nihayetinde büyürlerdi. Gözlerinin görmediklerini, dokunamadıklarını düşüncelerinin resmiyle canlandırırlardı. Okudukça çoğalırdı dünyaları. Anlardı kuşun kanadındaki rüzgarı, bulutların serin yükünü ve yaşamın ısıtan, aydınlatan ışığını. Bir çocuk doğduğunda yeni bir odun daha atılırdı ocağa. Evin içine rayihası koyu kokular dolardı mutfaktan. Dedelerin ve ninelerin kucaklarında tutulurdu bebek ki kopmasın yaşamın köklü sandıklarından. Bir dört duvar, onlarca neslin beşiği, eşiği, geçmişi, geleceği ve geleneği demekti. Sabahların karşılanışı, gün boyu süren telaşı, akşamların doyumsuz söyleyişleri hepsi değişmez bir lezzetin damakta eriyen ve sonsuza kadar kalacak olan tadıydı. Saçlarında dolaşan eller gizemli yaşamların, hayallerin ninnilerini fısıldardı kulaklarına. İnce, narin elleriyle kızlar kalplerinin nazarlarını işlerdi kasnakların arasındaki beyaz kumaşlara. Ninelerin incelikleri genç kızların renkli ipek iplikleriyle canlanıyordu yine. 

  Taşın üstüne taş konmalıydı. Dedenin kurduğu ocağa bir duman daha üflenmeliydi. Duvarlar yükselir, yaşam incelirdi. Sayısız günler açardı gözlerinin neminde. En temiz gömlekleri giyerdi oğlanlar, babalar. Mükemmel çizgiler atılırdı buğulu camların çocuk elleriyle. Bir oğul bin nesildi. Kırılgan sesiyle uğurlanırdı eğiten ellere, dillere, geleceğe. O daha iyi olmalıydı, daha büyük, daha güzel hatta onun için her bir şey mükemmel olmalıydı. Aslında durmadan ve durmadan yükseliyordu duvarlar. Yalnızlaşıyordu insan. Saklanıyordu duvarların arkasına ve sonra içine içine sokuluyordu kendinin.

18 Eylül 2015 Cuma

Yol-1-Yürür

Kayıp Taifesi, 2
Çobanı çeken yol
 Gitmek üzere bağlandı düşler. Uzandı geçmişten geleceğe. Adım kalmasın arkamda. Bir takibin soluğudur alıp verilen. Ayaklarının üstünde durmaya başladığından beri uzadı adımları. Bilmek gitmekti. Büyüdü zihninin dağlı, taşlı, ince kıvrım yolları. Her bir adımda yenilendi, yaşlı yargıların demli sandığı.

  Yürürdü adam. Bilmeden önce yürürdü. Gözünün gördüğüne doğru atardı adımlarını. Merakı yönü olurdu. Eli uzanırdı yabancı bakışların kör denizine. Ağaçların göğe uzanan dalları sarardı hayatların sızlayan yaralarını. Umut bakışların ufkunda. Bulutların gölgesinde bir ömrün köklerindeki yankı. Islandıkça yeşerir taze dallar. Yaşam uzanır. Soluklar hızlanır, ısınır. Bir çıkın ekmek değneğinin ucunda. Kuzuların çıngırakları vurmaya başlar. Kulağına değen ilk ses, anasının ninnisi dokunur yüreğinin koruna. Analarının memelerine yapışır kuzular. Oluk oluk yaşam emerken, çobanın damarı çeker dedesinden kalan gidişlere.

  Onlar soluğun dirilten vuruşunu taşıyorlardı. Duvarların arasına sığmazdı. Üzerindeki göğün bin bir rengini bırakıp da taş mezarları mı çekecekti üstüne. Bu insanın bile isteye yaşamı terki demekti. Bilmezdi onlar böylesi bir geçişi. Merakta etmezlerdi zaten. Dedesi büyük göçün yürürüydü. Onun yollara dikilmiş gözlerinin özlemiyle karılmıştı hamuru. Toprağı eşelerdi bir vakit. Yol açardı böceklere, karıncalara. Omuzları üstünde taşırdı torununu. Gelecekti o. Yoldu, yolcuydu taşkın akan sellerden durgun ırmaklara. Atlarının nalları altında ezilen çayırların  kokusu hiç dağılmayacaktı burnun sızısından. Tıpkı yurt bilmeyen atalarının göğüslerindeki özgürlük hissi gibi. Yurtları gidişleriydi. Tarihleri adımları. Hayatın akan adamlarıydı onlar. Durup seyreden korkak yatuklardan değildiler. Gökyüzünün savrulup giden bulutları gibi. Yeryüzünün yolcularıydılar onlar. Bir gündönümünde çıkmışlardı dağ sırtlarındaki yaylaklarına. Doğanın özgür koynuna salmışlardı hayvanlarını. Bir başka gündönümünde ineceklerdi nehir kıyılarına. Sığınacaklardı vadinin ılık iklimine. Büyük göçlerden kalan türkülerini söyleyeceklerdi, gidişlerinde, gelişlerinde. Bu en azından soğutacaktı yüreklerindeki koru. Yolları kapatan taş duvarların ve yatukların bentleri yıkılana değin, solukları kesilene kadar böylece dolanacaklardı vurgunlarında.

14 Eylül 2015 Pazartesi

Kralın Gaipliği

Yaşamı yok sayan bir döngü, durmadan yok ediyordu soluğun kutsal buğusunu. Yüzyıllardır değişmeyen kurgusu insanoğlunun yok etmek ve yok olmak üzerine dönüyordu. Öğütüyordu insanlığın son vicdan kırıntılarını her bir çığırtkan. Bu sonsuz yok oluşun içinden sıyırmışlardı kendilerini. Aldılar ellerine teflerini sonra, çözdüler dillerinin bağını. Birer birer akıttılar içlerinin korundan. Tutuştu kralın sönen ateşi. Onların dilleriyle yanmaya başladı yeniden. Isındı içi, kendine doldu. Adam bulduysa kendini yol açılırdı zaten kendiliğinden.

Oturdukları sofraya sövdüler ilkin. Avın lanetiydi bu. Doymuşlardı çünkü açtılar. Tram tram tek düze bir ritmle vurdular teflerine hep birlikte. Avın gerçek bir av olabilmesi için av olanın kaçabilme ihtimali saklı tutulmalıydı hep. Saygıyla eğilmeliydi avcılar kaçanların ve hayata tutunanların ardından. Bir yol açık bırakılmalıydı bu yüzden. Soluğa duyulan saygı yüzünden. Ama öyle yapmadılar. Sürünün etrafını çevirdikleri çemberi sıkı tuttular ve böylece sürüden tek bir canlı kaçabilme ihtimalini gerçeklik haline çeviremedi. Böylesi bir avın şölen sofrasında bastırdıkları açlıklarına da sövdüler.
-          Bu bizim suçumuz dedi kral, bu fasıl daha fazla uzamasın diye,
Geçtiler. Sonra başladılar krala sövmeye. Avcılar hemen toparlandı, takındılar öfkeli bakışlarını gözlerine ve sadaklarından çektikleri okları yeniden sürdüler yayların ucuna. Beklediler, bir ömrün hebası kadar uzunca bir süre.
Dediler ki: biz eskiden bir çobanları bilirdik birde sütlerinden ekşi maya tutulan koyunları. Meleşen sürülerin karnını doyurdu çobanlar. Onların yiyeceği taze otlakların izinin sürerdi. Bunlar hangi evvel zamanın içinde kalmış artık bilinmez ama şimdilerde çoğaldı krallar. Paylaşamazlar otlakları ve savaşır durmadan askerleri. Biri diğeriyle, diğeri ötekiyle. İşte böylesi meleşen askerlerin ve tepişen çobanların arasından kaçtık, ölümün ve hayatın kıyısına, ormanlara, mezarlıklara. Âdemi aradık âdemi bulduk. Savaşın ve kılıcınızın ucunda sallanan kan kokusunun uzağında. Gayri kral sen söyle, sen mi kralsın yoksa biz mi?
İsyan edişiniz kimedir diye sordu, kral. Kendinize mi dünyaya mı? Topyekûn hepsine dediler. Kulaklarına fısıldadı içindeki karanlığın derinlerine gömdüğü sesinin titrek tınısıyla, beni de götürün. Hâşâ dediler hep bir ağızdan. Bize mi düşmüş kendine göçmeye karar vermiş olan âdemoğlunu götürmek. Derseniz ki, yarenlik edelim, işte onu seve seve yaparız dediler. Kralın yüzü aydınlandı yine doğduğu gün gibi. Kral avcılara baktı, yüzlerindeki endişeyi, kaygıyı gidermesi gerekiyordu önce. Krallığını bırakıp bir yana, yarenlerine fısıldadı durumu. Önce avcıları yollayalım buradan sonra yolumuza çıkalım dediler. Bensiz gitmezler ki dedi kral. Yarenleri, sizin esaretinizde ne kadar büyükmüş böylesine. Önce siz geldiğiniz gibi, tıpkı bir rüyadan geçer gibi çıkın aramızdan dedi kral. Ben onları durdururum. Sonra siz bizi bir gölge takip edin ama bir tek ben göreyim sizi. En dalgın anlarında ben de bir rüya gibi geçeyim gözlerinin önünden. Sizin gölgenize karışayım.    
 Gölgemiz gölgene perdedir, ey ademoğlu. Senin yüzüne çektiğin perde sırrımızdır. Bu ömrümüzün ahirinden evveline saklanmış olarak kalacaktır derunumuz da. Lakin sen kral kaçabilecek misin krallığından.
 Krallığım benim cehennemindi. Benim kaçışım budur aslıma. Cehennemimden aslıma kaçış. Sizden dilendiğimse sade yarenliğinizdir.
Öyle ise eyvallah dediler eyvallah……
 Dedikleri gibide yaptılar. Usulca sıyrıldı adamları arasından kral. Bir düşün bitişi gibi hafızalara astı suretini, kendi göçüp gitti krallığından ve karanlığından. Geride kalanlar devam etti ezberin kitabından yaşamaya. Kayıplığın bilinmez diyarlarında dolaşan yolcuların yüzyıllardır gittikleri kendine açılan yollar sayısız kaçaklar saklamakta. Bir bakın bakalım aynaya, onlardan biri de orada mı? Kim bilir…





9 Eylül 2015 Çarşamba

Kralın Kaçışı

Kralın Firarı-4 
 Onlar av sofrasının dumanının üstüne çöktüler. Başları ay gibi parlak, ayakları yalın, kınsız, kılıçsız ve hayvan postlarına bürünmüşler oturdular kralın sofrasına. Avcılar oklarını çektiler yaylarının ucuna bu garip adamları görür görmez. Kral kaldırdı elini, durdular. Görmüyordu adamlar ölümün sivri ucunu. Oturdukları gibi sofraya afiyetle yediler kralın tabağındakileri. Omuzlarına astıkları küçük tefleri koymuşlardı yanlarına. Ölüm taşımıyorlardı üstlerinde. Bir canları birde sözleri olan ormanın diğer canlıları gibi sürmüşlerdi kaderlerini. Hayal gibi yaslandılar ormanın çalılarına. Durdu avcıların sancılı yüzlerinde suretleri. Kral dahi yaslandı bir hayale. Susturdu avcılarını. Karanlık denizinden dökülüyor akıllara büyülü sözleri.
  Derinlerin uğultusu çarpmıştı kralın yüzüne. Anlamıştı yalnızlığının ve gücünün nasıl bir geçişin bedeli olduğunu sonunda. Aniden, kılıçsız ve sadaksız sadece insan haline soyunmuş bu adamların kudreti altında ezildi kral. Bakamadı bir daha adamlarına. Elini kaldırdı, sadece. Bir daha kurun dedi sofrayı. Adamları hemen yerine getirdi isteğini. Kuruldu sofrası tekrar. Buyurun dedi kral yüzlerindeki, başlarındaki tüm tüyleri kazınmış yabancılara. Doyduk dedi onlar. Kral yine yalnız yedi bir iki lokma sonra avcılar doyurdu karnını. Kral anlamıştı bu isyanın nasıl bir kendine geçiş olduğunu. Sormadı onlara, gözlerinin parlak ışıklarını izledi bir tek. Şarkın boğucu sisleri çekildi bulutların arkasına.  Yıkandı kral, üstüne oturduğu kan ırmaklarının kokusundan, kendi sıcaklığına. 

5 Eylül 2015 Cumartesi

Kralın Firarı-4-Av

Ormanın sürüleri her köşesini bilirdi onun. Her dalın, her çalının çıtırtısı kulaklarının hafızasında korurdu yerini. Yabancıların varlığını orman sınırlarına girer girmez anladılar. Derinlere doğru yollandılar. Avcılardı gelenler. Bildikleri tüm kaçış yollarına sürüklendiler. Bırakmadı peşlerini avcılar. Tüm yollarını tıkadılar. Nefeslerini kestiler çıkışların. Bir süre tüm sesler durdu. Ormanın sessizliği kapladı yeniden dünyalarını. Tam rahatladıkları o an işte, birden bire saldırdı avcılar. Dört bir yanları çevrilmiş, zorladılar sağı solu bir kaçı kaçmak için ama mümkün değildi artık. Çember giderek daraldı. Boğuldu ormanın sürüleri. Solukları kesildi. Durdu orman. Çocuklarını kaybeden ana gibi sustu. Av bitmişti. Sıra avcıların şenliğindeydi.

Çığlıkları dindikten sonra usul usul yaktılar ateşleri. Zaferin kutlanması, kazanılan ödülün göğsü kabartan tadına varma zamanıydı şimdi. Sofraları kurdular hemen. Önce kralın sofrası. Şükranın en büyüğü onaydı zaten. Onun varlığı açıyordu yollarını ve ancak onun ihsanları sayesinde böylesine savaşabiliyorlardı, avlanabiliyorlardı. Onun kudretinin gölgesine sığınmışlardı. Adaletin yeryüzündeki eli olan kralın sofrası kuruldu önce. Hepsinden önce onun karnı doymalıydı.
İklimlerin yüzyıllardır değişmeyen rüzgarının serinliği yüzünde kralın. Aynı dedeleri gibi kurulmuştu kuruntusunun zirvesine. Ondan beklenen görüntüye bürünüyordu gözü kaşı. Bırakmıştı kendisini avcıların deli gözlerinin zaferine.

Kral sade krallığına aitti. Başka bir rüyası olamazdı zaten. Kuruldu kurulan sofranın başına, tek, gururlu ve mağrur. Her zamanki gibi. Yapayalnız. 

25 Ağustos 2015 Salı

Kralın Firarı-3

Yılgın bir adam her bir çağda kendine giden yolun izini sürmeyi bilir. Aslının sorgusu açar kapalı yolların kapılarını. Avcı birden avlar kendini. Sanki yüzyıllar süren bir izin ucunu yakalamış gibi teslim olur avına. Dalgaların coşkun kabarışı patlamıştır dik kayalarına. Durulmaz zaten bu noktada. Kendine karşı dikilmez adamın duvarı. O sadece artık dışarının, içinin ötesindekilerin varlığını siler dimağından. Kendini bulmuş olanın ötekiyle de işi kalmamış demektir. Dönmek eninde sonunda kendine varmak üzere çıkılan bir yol.
   Üşümüş, küçük bir köpeğin sığınması gibi kıvrılmış aklının süzgeçlerine. Bir karanlık hikâyenin suskun adımları atılıyordu tek tük, bitmeden ve hiç dönmeden ateşin kalbine doğru soyunuyordu kral.

     Atların terli soluklarına karışmıştı, adamların deli güçleri. At kokuyorlardı. Yıkımın, öldürmenin sarhoş eden delici coşkusu kabarıyordu içlerinde. Orman saklıyordu sakin sürülerini. İçinde akan hayatın kutsal soluklarının izlerini saçmadı. Onlar kurban değildi. Göklerin dirimini taşıyorlardı. Avcıların gözleri ormanın gizleri üzerinde dolanıyor. Değdikleri her bir yaprağı yakıp geçiyordu sanki bakışları. Toprağın üstündeki ve dalların arsındaki en ufak bir iz dahi sürünüyordu gözlerinin nemine. Orman içine kapandıkça onlar sürek avlarının çemberini çiziyorlardı. Ormanın iki ayrı ucundan iki ayrı sürünün gölgesi belirip kayboldu aniden. Süreğin gözcüleri iki ayrı yöne sürdüler atlarını. Sıkılmışlardı artık. Bir an önce kurulmalıydı pusu. Yoksa kendi kendilerini boğazlayacaklardı. İki ayrı yöne giden iki ayrı gözcü grubu geri dönüp buluştular avcıların ortasında. Atlarının kafaları birbirine sokuldu. Fısıldadı gözcüler. Hangisi aradıkları sürüydü. Kuzey çayırlara doğru dağılan gölge bulutunun kırdığı dallar vahşi hayvanların izlerini taşıyordu. Peki ya öbürü neydi? Hemen o vahşi gölgenin daha yakınında ağır aksak, sürüklenmiş izlenimi veren işaretler bırakan diğer bulut neydi? Bu bildik bir sürü değil dediler. Ormanın tuzağı olabilir miydi? Belki de geri dönmeliydiler. Buna hiç biri taraftar olmadı. Kralın başında olduğu bir av, bırakılamazdı. Kuzey çayırlara doğru çizdiler çemberlerinin yayını. Hiçbir tehlikeyi göz ardına bırakmadan kuruldular pusuya. 

Ay Masalları

  Ay Masalları,   I.Zaman: Yeni Ay   Kuzgun,   Asırlardır sallanan bir koltukta, küçük kara bir kuş düşü tutuluyordu. Birike bir...