Setleri aşıyordu düşlerinde.
Uçsuz bucaksız çayırlarda koşuyordu, haykıra haykıra. Kocaman nefesler alıyordu
özgürlüğünden. Deniz oluyordu birden. Mavi sonsuzluk doluyordu göğsüne. Oradan
oraya uçuyordu, koşuyordu, yüzüyordu. Gökyüzü olmuştu en sonunda. Ama bütün
bunlar sürülerinin peşinde, gündüz düşünde ve gecelerin sonsuzluğa parlayan
yıldızların rüyasında görülüyordu.
Önünde yükselen duvarlar arasında akıp
gidiyordu günleri. Sürüleri de olamasa o caddelerin arasında boğulup gideceğini
düşünüyordu. Duvarların kıyısında yaşıyorlardı. Sabahları küçük çayırlık
alanlarda dolanırdı. Nehir kıyısındaki çakıllar gibi yuvarlanıp duruyordu ortalıkta.
Şık giyimli beylere bakıyordu kaçak bakışlarla. Sonra kızlara ve içlerinde
neler olduğunu bilmediği duvarlara. İçi daralıyordu. Göç mevsiminin hayaline
duruyordu hemen. İnsanların neden duvarlar ördüğünü anlamıyordu. Ne
yapıyorlardı bunca karanlık ve dar mağaralarda bu adamlar. Soluksuz kalmıyorlar
mıydı, boğulmuyorlar mıydı? Gerçekten sürekli duran bir yaşam nasıl geçerdi.
Yazı ve kışı, ömürleri duvarların içinde, üst üste, alt alta mezar evlerinde
yürümeden, gitmeden, hayatın doğuşunu, ölüşünü görmeden, rüzgarın ve yağmurun
toprağı nasıl canlandırdığını bilmeden sonra hayvanların, böceklerin bir cümle
doğanın canlarının soluğunu duymadan, ağaçların gölgesine yaslanmadan
duvarların arasında yaşamak anlaşılmaz bir işti zaten.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder