Erdem her daim
aklın yolundan yol almış bir adam olmuştu. Kendini bilmişti hep. Evden
ayrıldığında hukuk fakültesini kazanmıştı aslında. Büyük bir heyecanla eve
koşup annesine sarılıp ağlamıştı o gün hatta. Melek’de ağlamıştı her zaman ki
gibi. Oğlunun kendinden kopuşuna mı ağlıyordu yoksa yıllardır bir köşede
kendini bekleyen Hikmeti’ne mi, o belli değildi işte. Erdem olduğu gibi
kabullenmişti içine doğup büyüdüğü iklimi. Bu yüzden hiç bir zaman asiliği
görülmemiştir kendisinin. O ulaşılmaz baba duvarlarının arkasına niye
saklanmıştı, hiç sormadı hiç bir kimseye. Merakı yokluğun saltanatındaydı,
yoktu yani karşılığı. O da Efendi efendi kabullendi var oluşunun eksik
yanlarını. O yüzden hiç bir his besleyemedi babasına. Sanki Hikmet efendi
öldükten sonra tanımaya başlamıştı onu. Bir doğumla ölen baba bir ölümle
doğmuştu evladı için. Güç işti bu biliyordu Erdem ama anlamaya çalışacaktı
artık. Bir oğulun ancak babasının yokluğunda var olabileceğini. Yeni ve kendine
özgü bir kişiye dönüşebileceğini. Yıllardır gördüğü babasının kopyası oğullar
ve anasının benzeri kızlarla bozulmayan ezberlerin nasılda nesilden nesile
aktarıldığını ve bitip tükenmek bilmeyen acıların bayramların vazgeçilmez
konularına dönüştüğünü, her birinin güya
kendi acısının sönmeyen alazıyla dolaştığını, yandığını, yaktığını görünce
saygı duymaya başlayacaktı Hikmet efendiye. Geçmişinden ve göçünden hiç bir iz
bırakmamıştı evladına. Sıfırdan başlamış bir hayat armağan etmişti oğluna.
Kendi yok oluşunun eziyetini değil bir var oluşun sefilliğini bırakmıştı
aslında. Bundan şikayet edebilecek bir kimse de olamazdı zaten. Kendi olabilen,
derdi kendini bulmak, bilmek olan insanoğulu hakikatın erdemine ulaşmış
olmaz mıydı zaten. İşte tamda şimdi Erdem bu durumu keşfetmenin kıvancıyla
genişlemişti. Tüm dünyayı gelmişiyle geçmişiyle kucaklayıp yüreğinde eritme
zamanındaydı. Dudağına nerden hatırladığını bilmediği bir ıslık gelip
yerlemişti. Yüzünde huzurlu bir tebessümle işinin başında, insanların türlü
sorunlarının savunmasını yapmaktı işi, gündüzün çıplak aydınlığından gecenin
savruk rüzgarlarının ay ışığına doğru çalkalanıp gidiyordu. Yol uzuyordu önünde,
çekiyordu kendine kendine. Erdemin zamanında yaşıyordu şimdi Hikmet efendi,
ölmemişti daha.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder