Büyüdükçe
yalnızlığın sureti vururmuş kudretin aynasına. Kral olmak demek en fazla
kendinden geçiş demekmiş. İçinden bir soluk ay göçer. Perdeleri
yırtarcasına parçalanır, kopar, ay da kararır. Görünmez olur önünde açılan
yollar, kaybolur krallar. Bir düş çizilir gölgelerin arasına. Karanlık boğar
adamları, yapayalnız bir kral altın kadehinden içer şarabını.
Gözleri ancak
ayyaş bir gecenin derininde kapanır kendine. Bir çocuk bulur. Şaşkın ve düşkün.
Bir sonra zamanında aramaya başlar aslını. Elinde sade bir suret, kanlı
elleriyle bir çocuk başını okşamakta. Büyüdükçe sıfatları da büyüdü kralın,
kalın maskelerin altında unuttu yüzünü. Özledi kendini. Yandı kral. Krallığının
bedeli olarak sızlayan her yaranın ateşiyle kavruldu.
Atlarını koştular ormana doğru. Sefer
zamanı gelecekti yakında. Mevsim savaşa dönüyordu yeniden. Hazırlanmak lazımdı.
Hazar zamanının mahmurluğunu atmaları gerekti. Yüzyılların takviminden bir
iklimin rüzgârı esiyordu. Herkes bilirdi bu zamanları. Şimdi av zamanıydı. En
güzide savaşçılardı avcılar. Ölüm soluyorlardı. Burunlarında kan kokusu ve
acının kara lekesi vardı. Önce ormanın seslerini duyacaktı kulakları. Keskinleşecekti
gözleri, okların tiz çığlığı kopana dek takip devam edecekti. Sabırları
büyüyecekti zafere dek. Sonunda şölen ateşleri yakacaktı kaderlerinin diri
tanelerini. Bir düş daha onlar için kurulacaktı, avların acı haykırışlarının
yankısına. Bu zengin bir yaşamın zehirli çığlığı olsa da çocuklarının ve
karılarının bundan haberi olmayacaktı nasılsa. Rahatça öldürmenin tek yolu
buydu belki de ya da ölmemek için öldürmenin bir yolu. Avcılar bunları
düşünmezdi zaten. Düşünmeyi bile bilmezdi aslında, öldürmekten başka. Düşünmek
korkak düşkünlerin işiydi. Kralın adamları için tek gerçek avın ve savaşın
delici yıkımıydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder