12 Kasım 2022 Cumartesi

Ay Masalları

 



Ay Masalları,

 

I.Zaman: Yeni Ay

 

Kuzgun,

 

Asırlardır sallanan bir koltukta, küçük kara bir kuş düşü tutuluyordu. Birike birike koca bir dağ olan saklı sandıkların kırılmamış kilitleri açılacaktı kendiliğinden. Salkım salkım dökülecekti küllenmiş hikayeler. Aksak ağır bir sağırlığı yırtacaktı gör yüzü. Yerden göğe çölden denize kapılar açılacaktı bir bir. İnsan suretleri yansıyacaktı zamanın kırık aynasına. Sırlarını pul pul döküp ayna kırılmadan kesecekti ışığın aydınlık şavkını. Ağır ağır suskunluğa gömülenler aceleci bir sahnenin perdesinde bir görünüp bir kaybolacaktı. Kuyu Yankılanacaktı. Kuzgun’un düşünden dökülen, siz deyin üç asırlık ben diyeyim beş asırlık, zamansız, dipsiz bir sağanak başlayacaktı.

 

 

 

 

 

Başlangıçta aşk üzere bir olan tüm çiftlerin hatıraları canlansın.

 

 

 

 

Âdem ile Havva

 

Âdem:   İlk olanla başlasın söz. Tek başına bir ağız konuşsun olmayan kulaklara. Gözü değsin bakalım olmayana. İnsan olduğunu bilsin sadece. Bilsin de olduğu yerde kalakalsın. Adımlarının hiç biri bir yola taşımasın onu.  Bu cennet onun tek mutluluğu ve mutsuzluğu olsun. Böyle bir hikâyenin ne başı ne de sonu olur mu?  Havva’nın gözleri değince içime,  adı ağzımdan ses olup çıkınca, önü alınmaz seller akmaya başladı her bir yana doğru. Her bir yan yol oldu. Her bir taraf yolcu ve her bir sahnede suretimin aynaları.

 

Havva:  Gözümün içine değince Âdem’in ışığı, var oluşumun ilk tılsımlı yağmuru döküldü, yukarılardan aşağıya. Bereket tohumları akıyordu, her bir yanımdan. Burnumda sade bir koku, sade bir ışık ve aşkın içimde açılan solmaz çiçekleri. Onun gözlerinin ışığı değince içime, adım kadın oldu, Ana oldu,  Âdem’in kadını Havva oldu. Önü alınmaz sellerin kucağında doğan ilk tılsımlı düğümleri atacak olan Aşk oldu.                                                                                              Tüm seherlerin ve selimlerin solmaz ışıklarında doğacak olan aşkın çocukları, bizim hikâyemizden bir iz taşırlar. Bir yangının başıydı, Âdem ile Havva’nın yolculuğu.

Bereketli toprakları sulayan nehirlerin her bir damlasında bir aşk tohumu, tüm çocuklarımızın kanayan yaralarında sızlayan koca yüreğimizin serin yüzü ve adamın eksik yanı, kadının öteki yarısı ve tüm yolların üstünde aşkımızın suskun izleri ve aynanın içinde Âdemoğlu ile Havva kızı beklemekte...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsanoğulları,

 

Sular durgundu başlangıçta. Sessiz ve sakindi ortalık. Topraktan fışkıran diri tohumların içlerindeki renkler,özgürce uzanıyorlardı gökyüzüne doğru. Gökyüzünün dokunulmaz bulutlarının ve yıldızlarının sakin geçişi, nefes üflüyordu yukardan aşağıya. Aşağıdan yukarıya uzanan dalların arasında dolaşan rüzgarların, tatlı okşayışları arasında aynı kutsal pınarların suları altında yıkanan Âdemoğulları, henüz birbirleriyle ayrı düşmemişlerdi. Razıydı her biri kendi payının biricik varlığına. Yeryüzünün nadide çiçekleriydiler onlar. Aynı gökyüzündeki yıldızlar gibi. Dünyanın süsleri arasında en büyüleyici olanıydı Âdemoğulları. İlk kanı dökenlere kadar sürüp gidecekti, bu kardeşlik akdi. Kan, kutsanmış olan, içinde can taşıyan, karışmıştı toprağa. İlk damlayla irkildi toprak. Derinlerinden uğuldadı ilkin, titredi. Hafifçe sallandı toprak üzerinde oturanlar. Bağrından kopan Âdemoğullarının ılık kanı, toprağın derinlerindeki ilk çatlağı açan ateş olmuştu. Sessizce lanetlerini savurdu toprak, Âdemoğullarına. Hangi akılsız başın ürünüydü bu laneti çağıran! Hangi zayıf başın içine giren ifritin ayrılıkçı tohumları yeşertmişti kin ve nefret otlarını. Âdemoğlunun hangi zaafı vurmuştu, toprağın bağrına kanla yazılacak tarihin ilk mührünü. Ah, o oğulların paylaşamadığı tohum(!) Neydi o? Bir kadın mı, yoksa kendini beğenmiş, göğüslerinin üstünde kabaran hırslarının yakıp kavuran ateşi mi? İyi ile kötünün savaşımıydı bu, güzelle çirkinin, çobanla çiftçinin, yer ile gök, doğuyla batı, kuzey ile güney arasında paylaşılamayan neydi?  Toprağın lanetini üzerine çeken, barış ve neşe içinde geçen günleri bile hafızalardan silen hangi kıymetli hazinenin nadide parçasıydı. O uğruna akıtılan ilk kanın, arasında kalmış olan bir su perisi, bir ay yüzlü yâda daha toprağa düşmemiş bir çiğ tanesi, ah(!) bir de onun dili olsaydı da akıtsaydı zehrini meydana. Bilseydik bu kaybedişin nasıl bir keder olduğunu. Acının ilk buruk tadını damağında duyan, içinin en derinlerindeki sesiyle konuşsaydı. Savaşan tüm oğulların arkalarında bıraktıkları o sessiz yüreklerin içindeki yaralardan sızan, hayatın dillenmemiş türkülerinin masum çocuklarının içinden usul usul akan ateş nehirleri, acının hangi rengini akıtacaklardı,  bizim şenlik ateşlerimizin üzerine. Ah, o masum yüreklerin suskun çocukları, ağızlarına vurdukları mühür, bağırlarına bastıkları taşların altında kalan acının tüm yüzlerini, kendi paylarına sakladılar. Her kıyımın kıyametin ardından yakılan şenlik ateşleri, onların soluk yüzlerini aydınlatmaya yetecek miydi? Tüm asaletleriyle seyrettiler şenlik çığlıklarının eşliğindeki, doyumsuz neşenin oğullarını. Sessizce akıttılar ağulu gözyaşlarını, derinlerine doğru. Tıpkı toprak gibi, Usulca fısıldadılar lanetlerini. Ceset tarlaları üzerinde yürüyen insanoğlunun biriktirdiği öfke, sonunda, en sonunda kendine doğrultacaktı zehirli oklarının sivri uçlarını. Düşmanın kim olduğu bilinmez olacaktı. Asırlar sonrasında yaşayacak olan oğullar, kendi benleri içinde bir savaşa tutuşacaklar ve hiç bir yaranın dermanı kalmayacaktı yeryüzünde. Gözleri bir tek kendi yüzlerine dönmüş olan nesiller, ağır ağır yalnızlıklarının kucağında, solup gideceklerdi. Tüm ağulu gözyaşlarının bedelini ödeyecek olanlar en büyük savaşın mağlup çocukları,  benlerindeki âdemle kavga edeceklerdi.   Yaşamlarını ölümün soğuk ve soluk yüzünün eşliğinde sürdüreceklerdi.  Tüm lanetlerin meydanında yaşarken öleceklerdi.  Asırlar sonrasının kaybetmiş oğulları,    anlamsız bir dünya içinde kaybolmuş olanlar, yollarını bulmak için yine bizim zamanlarımıza, Büyük büyük dedelerinin hikâyelerine geri döneceklerdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Son Gün,

1870, Sennar, Afrika

 

Gece yıldızlı örtüsünü çekmişti. Toro’nun saçlarındaki beyazlar gibi zıplıyordu parıltıları. Neşeli şarkılarıyla dans ediyorlardı üstlerinde. İçlerindeki yumurcak onlara eşlik ediyordu. Derinden gelen sessiyle Toro, kara yemişlerine eski hikayelerini anlatıyordu. Onu babasının evinden çalan Koronimo’nun heybetli düğün dansı canlanıyordu hafızalarının perdesinde. “O gün” diyordu, Toro: Kuru gecenin otlarından büyük bir ateş yakılmıştı. Tıpkı gündüzün sarı ışıklı yıldızı gibi sarıyordu gecenin kara örtüsünü. Koronimo tüm heybetiyle dolanıyordu yıldızlardan daha fazla parlayarak. Kanatlarını açmış kocaman bir gece kuşu gibi tüm dünyayı kucaklıyordu. Yırtıcı kedilerin sakin inleyişleri katılıyordu ona. Suların hırçın balıkları sürüklüyordu dansını. Toprağın kalbinden gelen küçük adımların güçlü inancı dolaşıyordu ayaklarının sarsılmaz vuruşlarında. Kalbim onun tüm hücrelerinde yeniden canlanıyordu. Tüm varlığımla teslim oluyordum ona. Koronimo dans ettikçe dünya dönüyordu etrafımda. Nefesim doluyordu evrenin tüm tuzlu yosun kokularıyla. Kayboluyorduk sonsuzlukta. Yıllar sonra, siz nasıl oldunuz anlayamadım, küçük kızımın kara yemişleri, bana çorba getiriyorlar şimdi. Zaman ne büyük bir geceymiş, her birimizi doğuran. Geceleriniz solmadan dalın uykularınızın kuytusuna, kara yemişlerim. Yıldızınız parlasın.

Böceklerin geceyi saran sessizliği ısıran adımlarının ninnileriyle, göz kapakları derin rüyalar kuyusuna düştü. Nereden bilebilirlerdi ki Ana Kara’nın kokusuyla daldıkları son uykuları olduğunu? Dün diye bildikleri büyükanneleri Toro’nun sonu gelmez masallarıydı, dünya ise gözkapaklarına asılmış yıldız tozlarının ağırlığı. Gece de çöküp, günde dağılan bedenleri kadar küçük ışık küfeleri taşıyan yüksüz dumanlardı henüz hayat denen bilmece onlar için.

Toro uzun zamandır, en az beş yağmur mevsimi öncesinden beri yalnızdı. Çok sevdiği, hayatımın şarkısı dediği kocası öldüğünden beri torunları ve kızı, onu, düzenli olarak ziyaret ediyorlardı. Aslında yaşadığı köyde pek çok kardeşi vardı ama kara yemişleri ve kızı, onun için sevgilisi Koronimo’nun kokusunu taşıyordu. Çoğu zaman kızıyla, torunları evlerinin ateşinde pişirdikleri bir kap çorba getirmek için Toro’ya, gün boyu yürürlerdi. Bu onun için yaşam ateşinin devam etmesi anlamına geliyordu. Kızı ve torunları için ise onun soluğundan aldıkları güçle, tüm geceleri ve gündüzleri sarmalayacak neşelerinin ateşini çoğaltmaları demekti. Yağmur mevsiminin yedinci gününde Toro’nun kızı Gadamis’in köyünde büyük bir bayram düzenlenirdi. O günlerde Gadamis’in çok işi olurdu. Bütün köy ile birlikte yemekler pişirilir her bir ailenin şarkıları söylenirdi. Bu zamanlarda, Toro’yu ziyaret etme görevi ise torunları Oramo ve Mişato’ya kalırdı. Sabahın ilk ışıklarıyla yola koyulur, akşamın pembe karanlığı inmeden önce Toro’nun köyünde olurlardı. Evlerinin ateşinde pişmiş çorbaları soğumuş olsa da, içinde her birininin emeğini ve sevgisini taşırlardı. Toro’nun sönmeyen ateşinde yeniden ısınırdı çorbaları. Böylece hep birlikte içlerinin soğuk ateşini söndürürlerdi. Kokuları birleşirdi, dedelerinin ışığı parlardı gözlerinin içinde. Şarkılarını söylerlerdi, yüzyılların tınılarıyla hep bir ağızdan. Ağaçların yağmur geçirmeyen dalları altında, varoldukları dünyanın hikayeleriyle kucaklaşırlardı. Toro, karayemişlerine büyükbabası Kiko’nun arkadaşı vahşi kedileri anlatırdı. Onun yanına gittiklerinde korkutucu dişlerini gösterip inleyen en yırtıcı ve heybetli hayvanların, nasıl dedesinin en yakın arkadaşı olduğunu anlatırdı. Kiko’nun annesi içinde bir bebek büyüdüğünü anladığında köylerinin en yaşlı ağacının altına gider ve usul usul içinde taşıdığı misafirinin ona söylediği huzurlu şarkıyı mırıldanırmış. Bir gün, doğa ananın büyük dişli, güçlü kedilerinden biri göçerken hayat pınarlarından, yaralı dizlerinin altında sakladığı yavrusunu o yaşlı  ağacın kuru çalıların arasına bırakıp gitmiş. Kiko doğunca, şarkısında o yaralı kedinin ağlamalarıyla birlikte sarılmış hayata. Ormanların ıssız yankısında birlikte koşturmuşlar ve çığlıklarını asmışlar bulutların ağaçlara yaslanmış saçaklarına. Toro, onların koruyucu kanatlarının tüm ailesinin üstünde dolandığını söylerdi. Böylece ormanın büyük göçü içinde yolculuk eden bütün canlılar,  en korkutucu çığlıkları olanlar dahi, Kiko’nun şarkısından bir parça taşıyanlara dostça davranırlardı. İşte bu yüzden, onların küçük kalpleri en güçlü yankısını taşıyordu doğa ananın. Hiç bir şeyden korkmazlardı, çünkü büyük bir aileydiler, içinde her türlü canlıdan kardeşleri olan. Bu yüzden neşeli şarkıları yıldızlara kadar uzanırdı ve onlar tüm dünyayı kardeşleri olarak bilirlerdi, henüz.

 

 


Ay Masalları

  Ay Masalları,   I.Zaman: Yeni Ay   Kuzgun,   Asırlardır sallanan bir koltukta, küçük kara bir kuş düşü tutuluyordu. Birike bir...