Ay Masalları,
I.Zaman: Yeni Ay
Kuzgun,
Asırlardır sallanan bir koltukta, küçük kara bir kuş düşü tutuluyordu.
Birike birike koca bir dağ olan saklı sandıkların kırılmamış kilitleri
açılacaktı kendiliğinden. Salkım salkım dökülecekti küllenmiş hikayeler. Aksak
ağır bir sağırlığı yırtacaktı gör yüzü. Yerden göğe çölden denize kapılar
açılacaktı bir bir. İnsan suretleri yansıyacaktı zamanın kırık aynasına.
Sırlarını pul pul döküp ayna kırılmadan kesecekti ışığın aydınlık şavkını. Ağır
ağır suskunluğa gömülenler aceleci bir sahnenin perdesinde bir görünüp bir
kaybolacaktı. Kuyu Yankılanacaktı. Kuzgun’un düşünden dökülen, siz deyin üç
asırlık ben diyeyim beş asırlık, zamansız, dipsiz bir sağanak başlayacaktı.
Başlangıçta aşk üzere bir olan tüm çiftlerin hatıraları canlansın.
Âdem ile Havva
Âdem: İlk olanla başlasın söz. Tek
başına bir ağız konuşsun olmayan kulaklara. Gözü değsin bakalım olmayana. İnsan
olduğunu bilsin sadece. Bilsin de olduğu yerde kalakalsın. Adımlarının hiç biri
bir yola taşımasın onu. Bu cennet onun
tek mutluluğu ve mutsuzluğu olsun. Böyle bir hikâyenin ne başı ne de sonu olur
mu? Havva’nın gözleri değince
içime, adı ağzımdan ses olup çıkınca, önü
alınmaz seller akmaya başladı her bir yana doğru. Her bir yan yol oldu. Her bir
taraf yolcu ve her bir sahnede suretimin aynaları.
Havva: Gözümün içine değince Âdem’in
ışığı, var oluşumun ilk tılsımlı yağmuru döküldü, yukarılardan aşağıya. Bereket
tohumları akıyordu, her bir yanımdan. Burnumda sade bir koku, sade bir ışık ve
aşkın içimde açılan solmaz çiçekleri. Onun gözlerinin ışığı değince içime, adım
kadın oldu, Ana oldu, Âdem’in kadını
Havva oldu. Önü alınmaz sellerin kucağında doğan ilk tılsımlı düğümleri atacak
olan Aşk oldu.
Tüm seherlerin ve
selimlerin solmaz ışıklarında doğacak olan aşkın çocukları, bizim hikâyemizden
bir iz taşırlar. Bir yangının başıydı, Âdem ile Havva’nın yolculuğu.
Bereketli toprakları sulayan nehirlerin her bir damlasında bir aşk tohumu, tüm
çocuklarımızın kanayan yaralarında sızlayan koca yüreğimizin serin yüzü ve
adamın eksik yanı, kadının öteki yarısı ve tüm yolların üstünde aşkımızın
suskun izleri ve aynanın içinde Âdemoğlu ile Havva kızı beklemekte...
İnsanoğulları,
Sular durgundu başlangıçta. Sessiz ve sakindi ortalık. Topraktan fışkıran
diri tohumların içlerindeki renkler,özgürce uzanıyorlardı gökyüzüne doğru. Gökyüzünün
dokunulmaz bulutlarının ve yıldızlarının sakin geçişi, nefes üflüyordu yukardan
aşağıya. Aşağıdan yukarıya uzanan dalların arasında dolaşan rüzgarların, tatlı
okşayışları arasında aynı kutsal pınarların suları altında yıkanan
Âdemoğulları, henüz birbirleriyle ayrı düşmemişlerdi. Razıydı her biri kendi
payının biricik varlığına. Yeryüzünün nadide çiçekleriydiler onlar. Aynı
gökyüzündeki yıldızlar gibi. Dünyanın süsleri arasında en büyüleyici olanıydı
Âdemoğulları. İlk kanı dökenlere kadar sürüp gidecekti, bu kardeşlik akdi. Kan,
kutsanmış olan, içinde can taşıyan, karışmıştı toprağa. İlk damlayla irkildi
toprak. Derinlerinden uğuldadı ilkin, titredi. Hafifçe sallandı toprak üzerinde
oturanlar. Bağrından kopan Âdemoğullarının ılık kanı, toprağın derinlerindeki
ilk çatlağı açan ateş olmuştu. Sessizce lanetlerini savurdu toprak,
Âdemoğullarına. Hangi akılsız başın ürünüydü bu laneti çağıran! Hangi zayıf
başın içine giren ifritin ayrılıkçı tohumları yeşertmişti kin ve nefret otlarını.
Âdemoğlunun hangi zaafı vurmuştu, toprağın bağrına kanla yazılacak tarihin ilk
mührünü. Ah, o oğulların paylaşamadığı tohum(!) Neydi o? Bir kadın mı, yoksa
kendini beğenmiş, göğüslerinin üstünde kabaran hırslarının yakıp kavuran ateşi
mi? İyi ile kötünün savaşımıydı bu, güzelle çirkinin, çobanla çiftçinin, yer
ile gök, doğuyla batı, kuzey ile güney arasında paylaşılamayan neydi? Toprağın lanetini üzerine çeken, barış ve
neşe içinde geçen günleri bile hafızalardan silen hangi kıymetli hazinenin
nadide parçasıydı. O uğruna akıtılan ilk kanın, arasında kalmış olan bir su
perisi, bir ay yüzlü yâda daha toprağa düşmemiş bir çiğ tanesi, ah(!) bir de
onun dili olsaydı da akıtsaydı zehrini meydana. Bilseydik bu kaybedişin nasıl
bir keder olduğunu. Acının ilk buruk tadını damağında duyan, içinin en
derinlerindeki sesiyle konuşsaydı. Savaşan tüm oğulların arkalarında
bıraktıkları o sessiz yüreklerin içindeki yaralardan sızan, hayatın dillenmemiş
türkülerinin masum çocuklarının içinden usul usul akan ateş nehirleri, acının
hangi rengini akıtacaklardı, bizim
şenlik ateşlerimizin üzerine. Ah, o masum yüreklerin suskun çocukları, ağızlarına
vurdukları mühür, bağırlarına bastıkları taşların altında kalan acının tüm
yüzlerini, kendi paylarına sakladılar. Her kıyımın kıyametin ardından yakılan
şenlik ateşleri, onların soluk yüzlerini aydınlatmaya yetecek miydi? Tüm
asaletleriyle seyrettiler şenlik çığlıklarının eşliğindeki, doyumsuz neşenin
oğullarını. Sessizce akıttılar ağulu gözyaşlarını, derinlerine doğru. Tıpkı
toprak gibi, Usulca fısıldadılar lanetlerini. Ceset tarlaları üzerinde yürüyen
insanoğlunun biriktirdiği öfke, sonunda, en sonunda kendine doğrultacaktı zehirli
oklarının sivri uçlarını. Düşmanın kim olduğu bilinmez olacaktı. Asırlar sonrasında
yaşayacak olan oğullar, kendi benleri içinde bir savaşa tutuşacaklar ve hiç bir
yaranın dermanı kalmayacaktı yeryüzünde. Gözleri bir tek kendi yüzlerine dönmüş
olan nesiller, ağır ağır yalnızlıklarının kucağında, solup gideceklerdi. Tüm
ağulu gözyaşlarının bedelini ödeyecek olanlar en büyük savaşın mağlup
çocukları, benlerindeki âdemle kavga
edeceklerdi. Yaşamlarını ölümün soğuk
ve soluk yüzünün eşliğinde sürdüreceklerdi.
Tüm lanetlerin meydanında yaşarken öleceklerdi. Asırlar sonrasının kaybetmiş oğulları, anlamsız bir dünya içinde kaybolmuş
olanlar, yollarını bulmak için yine bizim zamanlarımıza, Büyük büyük
dedelerinin hikâyelerine geri döneceklerdi.
Son Gün,
1870, Sennar, Afrika
Gece yıldızlı örtüsünü çekmişti. Toro’nun saçlarındaki beyazlar gibi
zıplıyordu parıltıları. Neşeli şarkılarıyla dans ediyorlardı üstlerinde.
İçlerindeki yumurcak onlara eşlik ediyordu. Derinden gelen sessiyle Toro, kara
yemişlerine eski hikayelerini anlatıyordu. Onu babasının evinden çalan
Koronimo’nun heybetli düğün dansı canlanıyordu hafızalarının perdesinde. “O
gün” diyordu, Toro: Kuru gecenin otlarından büyük bir ateş yakılmıştı. Tıpkı
gündüzün sarı ışıklı yıldızı gibi sarıyordu gecenin kara örtüsünü. Koronimo tüm
heybetiyle dolanıyordu yıldızlardan daha fazla parlayarak. Kanatlarını açmış
kocaman bir gece kuşu gibi tüm dünyayı kucaklıyordu. Yırtıcı kedilerin sakin
inleyişleri katılıyordu ona. Suların hırçın balıkları sürüklüyordu dansını.
Toprağın kalbinden gelen küçük adımların güçlü inancı dolaşıyordu ayaklarının
sarsılmaz vuruşlarında. Kalbim onun tüm hücrelerinde yeniden canlanıyordu. Tüm
varlığımla teslim oluyordum ona. Koronimo dans ettikçe dünya dönüyordu
etrafımda. Nefesim doluyordu evrenin tüm tuzlu yosun kokularıyla. Kayboluyorduk
sonsuzlukta. Yıllar sonra, siz nasıl oldunuz anlayamadım, küçük kızımın kara
yemişleri, bana çorba getiriyorlar şimdi. Zaman ne büyük bir geceymiş, her
birimizi doğuran. Geceleriniz solmadan dalın uykularınızın kuytusuna, kara
yemişlerim. Yıldızınız parlasın.
Böceklerin geceyi saran sessizliği ısıran adımlarının ninnileriyle, göz
kapakları derin rüyalar kuyusuna düştü. Nereden bilebilirlerdi ki Ana Kara’nın
kokusuyla daldıkları son uykuları olduğunu? Dün diye bildikleri büyükanneleri
Toro’nun sonu gelmez masallarıydı, dünya ise gözkapaklarına asılmış yıldız
tozlarının ağırlığı. Gece de çöküp, günde dağılan bedenleri kadar küçük ışık
küfeleri taşıyan yüksüz dumanlardı henüz hayat denen bilmece onlar için.
Toro uzun zamandır, en az beş yağmur mevsimi öncesinden beri yalnızdı. Çok
sevdiği, hayatımın şarkısı dediği kocası öldüğünden beri torunları ve kızı,
onu, düzenli olarak ziyaret ediyorlardı. Aslında yaşadığı köyde pek çok kardeşi
vardı ama kara yemişleri ve kızı, onun için sevgilisi Koronimo’nun kokusunu
taşıyordu. Çoğu zaman kızıyla, torunları evlerinin ateşinde pişirdikleri bir
kap çorba getirmek için Toro’ya, gün boyu yürürlerdi. Bu onun için yaşam
ateşinin devam etmesi anlamına geliyordu. Kızı ve torunları için ise onun
soluğundan aldıkları güçle, tüm geceleri ve gündüzleri sarmalayacak neşelerinin
ateşini çoğaltmaları demekti. Yağmur mevsiminin yedinci gününde Toro’nun kızı
Gadamis’in köyünde büyük bir bayram düzenlenirdi. O günlerde Gadamis’in çok işi
olurdu. Bütün köy ile birlikte yemekler pişirilir her bir ailenin şarkıları
söylenirdi. Bu zamanlarda, Toro’yu ziyaret etme görevi ise torunları Oramo ve
Mişato’ya kalırdı. Sabahın ilk ışıklarıyla yola koyulur, akşamın pembe
karanlığı inmeden önce Toro’nun köyünde olurlardı. Evlerinin ateşinde pişmiş
çorbaları soğumuş olsa da, içinde her birininin emeğini ve sevgisini
taşırlardı. Toro’nun sönmeyen ateşinde yeniden ısınırdı çorbaları. Böylece hep
birlikte içlerinin soğuk ateşini söndürürlerdi. Kokuları birleşirdi,
dedelerinin ışığı parlardı gözlerinin içinde. Şarkılarını söylerlerdi,
yüzyılların tınılarıyla hep bir ağızdan. Ağaçların yağmur geçirmeyen dalları
altında, varoldukları dünyanın hikayeleriyle kucaklaşırlardı. Toro,
karayemişlerine büyükbabası Kiko’nun arkadaşı vahşi kedileri anlatırdı. Onun
yanına gittiklerinde korkutucu dişlerini gösterip inleyen en yırtıcı ve
heybetli hayvanların, nasıl dedesinin en yakın arkadaşı olduğunu anlatırdı.
Kiko’nun annesi içinde bir bebek büyüdüğünü anladığında köylerinin en yaşlı
ağacının altına gider ve usul usul içinde taşıdığı misafirinin ona söylediği
huzurlu şarkıyı mırıldanırmış. Bir gün, doğa ananın büyük dişli, güçlü
kedilerinden biri göçerken hayat pınarlarından, yaralı dizlerinin altında
sakladığı yavrusunu o yaşlı ağacın kuru
çalıların arasına bırakıp gitmiş. Kiko doğunca, şarkısında o yaralı kedinin
ağlamalarıyla birlikte sarılmış hayata. Ormanların ıssız yankısında birlikte
koşturmuşlar ve çığlıklarını asmışlar bulutların ağaçlara yaslanmış
saçaklarına. Toro, onların koruyucu kanatlarının tüm ailesinin üstünde
dolandığını söylerdi. Böylece ormanın büyük göçü içinde yolculuk eden bütün
canlılar, en korkutucu çığlıkları
olanlar dahi, Kiko’nun şarkısından bir parça taşıyanlara dostça davranırlardı.
İşte bu yüzden, onların küçük kalpleri en güçlü yankısını taşıyordu doğa
ananın. Hiç bir şeyden korkmazlardı, çünkü büyük bir aileydiler, içinde her
türlü canlıdan kardeşleri olan. Bu yüzden neşeli şarkıları yıldızlara kadar
uzanırdı ve onlar tüm dünyayı kardeşleri olarak bilirlerdi, henüz.