23 Kasım 2015 Pazartesi

Yolda

Yağmur ıslatıyordu tozlu yolu çisil çisil. At arabasının ağır aksak gıcırtısı eşlik ediyordu yağmurun sesine. “Dur!”, diye bağırdı arabanın içindeki genç, arabacıya. “ Şu garip yolcuyu da alalım, ıslanmasın zavallı.” Önünde duran arabaya yakaştığında yolcu, genç bir oğlan eğildi, uattı elini “Haydi gel, yağmur dinene kadar bizimle gel, ıslanma boşuna.” dedi. Yolcu “Eyvalah!” dedi. Atladı arabaya. Heybesini ayaklarının arasına sıkıştırdı. Hafiften ıslanmıştı. Gencin bavullarını ıslatmaktan çekiniyordu. Daracık koltuğun kenarında büzülmüştü. Ne kadar sıkarsa kendini o kadar az yer kaplarmış gibi geliyordu ona. Keşke çağırmasaydılar, diye geçiriyordu aklından. Islanmaktan hiç gocunmazdı. Hatta severdi bile yağmur altında yürümeyi lakin uzanan eli tutmamak olmazdı. Daveti geri çevirmek, bu yürürlerin, yolun yasasında kabul görmez bir durumdu.
-Nasılsınız? ; diye sordu genç.
-Çok ıslanmadınız, inşallah.

-Teşekkür ederim.
-Üşütmeyesiniz sakın.
-Yok yok, dedi. İyiyim, sağolun.
-Yolculuk nereye, diye sordu genç. Tanımıştı onu.Sınavı başarıyla atlattıktan sonra neşe içinde eve döndükleri gün karşılaşmıştı ilk. Öylesine hüzünlü bir yüzü vardı ki. Sanki başka bir dünyada dolaşıyordu. Bir hayal gibi kalmıştı o günkü hali gözlerinin önünde. Aynı yaştaydılar belki de. Kimbilir, o günkü coşkusu boğasında düğümlenip kalmıştı ve hiç unutmamıştı o gün gördüğü, o yüzü.
- Bir menzilim yoktur, dedi, dişlerinin arasından tıslayarak çıkmıştı sesi.
-Eyvallah, dedi genç. Anlamıştı, kendini açık etmek istemiyordu. Çekingenliğini, yabancılığını bir kenara bırakabilseydi keşke. O da bilmediği bir ülkeye doğru, tüm tanıdığı yüzleri geride bırakarak. daha büyük bir yalnızlığa ve yabancılığa doğru yol alıyordu. Ailesi tek başınalığa alışsın diyeerken vedalaşmıştı onunla. Çok lazımmış gibi.
  Sustular. Yağmurun sesi bastırdı içlerini. İki yabancı dünya, aynı mekanda, yaşadıkları gibi yolculuk ettiler bir süre. Her ikisi de kendi kendine konuştu. Yıkılmıyordu duvarlar hemen. Yüzdükleri denizler ayrıydı, düştükleri kuyularda. Diplerinde uğuldandılar. Yağmur gittikçe hızlandı. Onlar gömüldüler. Kolay değildi pişmek. Biri kitabın öbürü hayatın okuruydu. Her ikisi de daha yolun başındaydılar. Yaşadıkları kopuş allak bullak etmişti onları. Yağmur hızlandı. Birlikte ıslanmıyorlardı. Arabacı daha baştan, yağmurun başından atlarının üstüne ve kendi üstüne çekmişti miğferini. Onlarla alakası yoktu onun. Kazanacağını daha yolun başında atmıştı cebine. İki körpr delikanlı uzaklaştıkça yuvalarından, yağmurun ve yalnızlığın serinliği sertleştikçe her biri kendi kuyusundan da olsa ses vermeye başladılar birbirlerine. Dinmedi yağmur, onlar da dinlemediler birbirlerini. Sadece bir yoldaş, can yoldaşı ya da yağmurun yoldaşlığına durdular. Tutmadılar kendilerini. Saldılar içlerindeki ve gözlerindeki yaşı aynı sağanak gibi. Döktüler, döküldüler gecenin yağmurunda.
-“Hüseyin, biliyormusun?” dedi, memur Arif’in oğlu.
-“Neyi, Hasan?” diye sordu, çobanoğlu Arif’in oğlu.
- İçimde kopan fırtına, dışardakinden bin misli daha kuvvetli. Gittiğim yerde neler yaşayacağımı hayal bile edemiyorum. Oysa, evde, duvarları nemden kabarmasın diye çift kat boya vurulan odamda çalışırken bunları hiç düşünmemiştim. Dillerini bile doğru dürüst bilmediğim bir ülkeye gidiyorum şimdi. Bana nasıl bir oyun oynadılar diye düşünüyorum. Başarmak demek böylesi bir yalnızlığa, yabancılığa terk edilmek demekmiş meğerse. Nasıl korktuğumu bilemezsin, Hüseyin. Susasam, nasıl su isteyeceğimi bile bilemiyorum. Ama onlar, en yakınlarım, ailem sandılar ki ben, o uzak ülke de okuyup büyük bir adam olmak istiyorum. Bu ayrılığı, hasreti güya istikbalim için göze aldılar. Bana sormadılar hiç, biliyormusun! Hiç sormadılar, belki de babam gibi basit bir katip olsaydım daha çok mutlu olurdum ama bana hiç sormadılar. Bakışları yok mu o bakışları, sorma Hüseyin. Beni savurdu. Durmadan yalnızlığa. Giderek yabancılığa. En büyük yoksulluğa belki de. Biliyormusun kardeşim, bu nasıl bir acıdır, sancıdır hı? Biliyormusun?
- Bilmezmiyim, dedi. Çoban Arif oğlu Hüseyin memur Arif’in oğlu Hasana. Ama sen de şunu bil. Bu yolun dönüşünde sen, benden daha muzaffer olacaksın.
- Ya kaybettiklerim ne olacak, Hüseyin? Sen de şunu bilki sen, benden daha fazla ermiş olacaksın. Yolun menzilsizse kendine yol tepiyorsun demektir. Oysa ben, o bakışların mağrur değişinin bedelini ödemeye gitmekteyim. Böylesi bir zafer hangi zenginliğin esaretini yaşatacak bana, işte bunu bilmek dahi istemiyorum şimdiden lakin başka bir yordamımda yok ki.

- Kardeşim, Hasan. Biraz sakin ol. Bırak kendini zamanın saltanatına. Bu kadar tasaya gerek olmadığını göreceksin sonunda. Sende bende bir kaçışın zilliyetini sürmekteyiz aslında. İkimizde içine doğduğumuz sürüden kopup, kendi dünyamızca insaniyetimizin sürgününü çekmekteyiz. Bırak kendini, kardeşim, Hasan. Babam kırdığı bardağın tasını geçirmiş oğlunun başına. Dedemin adıyla ünlemiş beni. Tıpkı senin babanın yaptığı gibi.

Ay Masalları

  Ay Masalları,   I.Zaman: Yeni Ay   Kuzgun,   Asırlardır sallanan bir koltukta, küçük kara bir kuş düşü tutuluyordu. Birike bir...