Yağmur ıslatıyordu tozlu yolu çisil çisil. At arabasının ağır aksak
gıcırtısı eşlik ediyordu yağmurun sesine. “Dur!”, diye bağırdı arabanın
içindeki genç, arabacıya. “ Şu garip yolcuyu da alalım, ıslanmasın zavallı.”
Önünde duran arabaya yakaştığında yolcu, genç bir oğlan eğildi, uattı elini
“Haydi gel, yağmur dinene kadar bizimle gel, ıslanma boşuna.” dedi. Yolcu
“Eyvalah!” dedi. Atladı arabaya. Heybesini ayaklarının arasına sıkıştırdı.
Hafiften ıslanmıştı. Gencin bavullarını ıslatmaktan çekiniyordu. Daracık
koltuğun kenarında büzülmüştü. Ne kadar sıkarsa kendini o kadar az yer
kaplarmış gibi geliyordu ona. Keşke çağırmasaydılar, diye geçiriyordu aklından.
Islanmaktan hiç gocunmazdı. Hatta severdi bile yağmur altında yürümeyi lakin
uzanan eli tutmamak olmazdı. Daveti geri çevirmek, bu yürürlerin, yolun
yasasında kabul görmez bir durumdu.
-Nasılsınız? ; diye sordu genç.
-Çok ıslanmadınız, inşallah.
-Teşekkür ederim.
-Üşütmeyesiniz sakın.
-Yok yok, dedi. İyiyim, sağolun.
-Yolculuk nereye, diye sordu genç. Tanımıştı onu.Sınavı başarıyla
atlattıktan sonra neşe içinde eve döndükleri gün karşılaşmıştı ilk. Öylesine
hüzünlü bir yüzü vardı ki. Sanki başka bir dünyada dolaşıyordu. Bir hayal gibi
kalmıştı o günkü hali gözlerinin önünde. Aynı yaştaydılar belki de. Kimbilir, o
günkü coşkusu boğasında düğümlenip kalmıştı ve hiç unutmamıştı o gün gördüğü, o
yüzü.
- Bir menzilim yoktur, dedi, dişlerinin arasından tıslayarak çıkmıştı
sesi.
-Eyvallah, dedi genç. Anlamıştı, kendini açık etmek istemiyordu.
Çekingenliğini, yabancılığını bir kenara bırakabilseydi keşke. O da bilmediği
bir ülkeye doğru, tüm tanıdığı yüzleri geride bırakarak. daha büyük bir
yalnızlığa ve yabancılığa doğru yol alıyordu. Ailesi tek başınalığa alışsın
diyeerken vedalaşmıştı onunla. Çok lazımmış gibi.
Sustular. Yağmurun sesi bastırdı
içlerini. İki yabancı dünya, aynı mekanda, yaşadıkları gibi yolculuk ettiler
bir süre. Her ikisi de kendi kendine konuştu. Yıkılmıyordu duvarlar hemen.
Yüzdükleri denizler ayrıydı, düştükleri kuyularda. Diplerinde uğuldandılar.
Yağmur gittikçe hızlandı. Onlar gömüldüler. Kolay değildi pişmek. Biri kitabın
öbürü hayatın okuruydu. Her ikisi de daha yolun başındaydılar. Yaşadıkları
kopuş allak bullak etmişti onları. Yağmur hızlandı. Birlikte ıslanmıyorlardı.
Arabacı daha baştan, yağmurun başından atlarının üstüne ve kendi üstüne
çekmişti miğferini. Onlarla alakası yoktu onun. Kazanacağını daha yolun başında
atmıştı cebine. İki körpr delikanlı uzaklaştıkça yuvalarından, yağmurun ve
yalnızlığın serinliği sertleştikçe her biri kendi kuyusundan da olsa ses
vermeye başladılar birbirlerine. Dinmedi yağmur, onlar da dinlemediler
birbirlerini. Sadece bir yoldaş, can yoldaşı ya da yağmurun yoldaşlığına
durdular. Tutmadılar kendilerini. Saldılar içlerindeki ve gözlerindeki yaşı
aynı sağanak gibi. Döktüler, döküldüler gecenin yağmurunda.
-“Hüseyin, biliyormusun?” dedi, memur Arif’in oğlu.
-“Neyi, Hasan?” diye sordu, çobanoğlu Arif’in oğlu.
- İçimde kopan fırtına, dışardakinden bin misli daha kuvvetli. Gittiğim
yerde neler yaşayacağımı hayal bile edemiyorum. Oysa, evde, duvarları nemden
kabarmasın diye çift kat boya vurulan odamda çalışırken bunları hiç
düşünmemiştim. Dillerini bile doğru dürüst bilmediğim bir ülkeye gidiyorum
şimdi. Bana nasıl bir oyun oynadılar diye düşünüyorum. Başarmak demek böylesi
bir yalnızlığa, yabancılığa terk edilmek demekmiş meğerse. Nasıl korktuğumu
bilemezsin, Hüseyin. Susasam, nasıl su isteyeceğimi bile bilemiyorum. Ama
onlar, en yakınlarım, ailem sandılar ki ben, o uzak ülke de okuyup büyük bir
adam olmak istiyorum. Bu ayrılığı, hasreti güya istikbalim için göze aldılar.
Bana sormadılar hiç, biliyormusun! Hiç sormadılar, belki de babam gibi basit
bir katip olsaydım daha çok mutlu olurdum ama bana hiç sormadılar. Bakışları
yok mu o bakışları, sorma Hüseyin. Beni savurdu. Durmadan yalnızlığa. Giderek
yabancılığa. En büyük yoksulluğa belki de. Biliyormusun kardeşim, bu nasıl bir
acıdır, sancıdır hı? Biliyormusun?
- Bilmezmiyim, dedi. Çoban Arif oğlu Hüseyin memur Arif’in oğlu Hasana.
Ama sen de şunu bil. Bu yolun dönüşünde sen, benden daha muzaffer olacaksın.
- Ya kaybettiklerim ne olacak, Hüseyin? Sen de şunu bilki sen, benden
daha fazla ermiş olacaksın. Yolun menzilsizse kendine yol tepiyorsun demektir.
Oysa ben, o bakışların mağrur değişinin bedelini ödemeye gitmekteyim. Böylesi
bir zafer hangi zenginliğin esaretini yaşatacak bana, işte bunu bilmek dahi
istemiyorum şimdiden lakin başka bir yordamımda yok ki.
- Kardeşim, Hasan. Biraz sakin ol. Bırak kendini zamanın saltanatına. Bu
kadar tasaya gerek olmadığını göreceksin sonunda. Sende bende bir kaçışın
zilliyetini sürmekteyiz aslında. İkimizde içine doğduğumuz sürüden kopup, kendi
dünyamızca insaniyetimizin sürgününü çekmekteyiz. Bırak kendini, kardeşim,
Hasan. Babam kırdığı bardağın tasını geçirmiş oğlunun başına. Dedemin adıyla
ünlemiş beni. Tıpkı senin babanın yaptığı gibi.